19 Kasım 2023 Pazar

MİHAİL ŞOLOHOV "DURGUN DON"

 


Ve Durgun Akardı Don...

1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Rus yazar Mihail Şolohov'un dört ciltlik epik romanı Durgun Don, 20. yüzyıl Rus ve Dünya Edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Eser, Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Rus İç Savaşı sırasında Don Kazaklarının yaşamlarını ve mücadelelerini anlatmaktadır.

Romanın ilk cildinde Kazakların gelenek görenekleri köy hayatı anlatılırken , ikinci ciltte Şubat ve Ekim Devrimleri'nin Kazaklar üzerindeki yansımalarını görürüz. Romanın üçüncü cildinde Yukarı Don Ayaklanması anlatılır. Romanın dördüncü cildinde bitmek bilmeyen savaşın trajedileri devam eder.

Roman, bir Kazak ailesi Melehov'lar etrafında döner ve çarlığın yıkılışı, Rusya'da iç savaş ile devrim sürecini onların yaşamları, ilişkileri, kültürleri ve geleneklerinin etrafından okura aktarır. Romanın kahramanı bir Kazak köylüsü olan Gregor Melehov'dur. Gregorun gençlik dönemindeki köy yaşantısı ardından katıldığı l. Dünya Savaşı sırasında cephede yaşadıkları ile değişen duygu ve düşünce dünyası ve sonrasında çarlığın yıkılışıyla onunla birlikte Kazakların yaşadıkları ile çöken ruh hali analiz edilmiştir. Devrim sürecinde aile fertleri, akrabalar, aynı köyün kentin insanları karşı karşıya gelir, savaşın neden olduğu ölümler onca yuvayı yıkarken bu sürecin etkileri, ana kahraman Gregor'a yaşamı sorgulama imkanı verir ve savaşın yıkımlarıyla birlikte iç dünyasına da çelişkiler doğurur.

Şolohov, devrim öncesi ve sonrası Rus yaşamını, özellikle de feodal değerlere ve Çar'a bağlılığını sürdüren Kazakları betimlerken birey ve toplum ilişkilerini irdeleyerek kurgular.

Durgun Don'un ana kahramanı Gregor Melehov'un köy hayatına, doğaya, bağımsızlığa tutkusuyla birlikte, haklarını almak için başkaldırıp sınıfsal farkındalığı kavramak arasında çelişkili duygular arasında sıkışıp kalır.

Romanda, aşk, tutku, sadakat ve namus kavramları da güçlü bir biçimde kendisine yer bulur. Gregor'un yasak aşkı Aksinya arasındaki gelgitlerle devam eden ilişkisi de romanın önemli bir temasıdır. İki aşık geleneklerin baskısına kâh boyun eğer kâh mücadele ederler. Gregor'un komşularının karısı Aksinya ile ilişkisine son vermesi için ailesi, çocukluk arkadaşının kızkardeşi Natalya ile evlendirir. Aşk, tutku ve sadakat kavramları Gregor, Aksinya ve Natalya karakterleri üzerinden işlenirken, onların etrafında, bu çetrefilli ilişkilerin yaşandığı Kazak köyünün namus kavramı da betimlenir.

Roman, yazara Lenin Nişanı ve Stalin Ödülü’nü kazandırırken, Şolohov 1965 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.


Altını çizdiğim satırlar 📝

* Yaşam ana yatağından çıktı mı, birçok kola ayrılır. Aldatıcı, dolambaçlı gidişi içinde bir daha hangi yatağa yerleşeceğini önceden kestirmek güçtür. Bugün kumlu bir yatak üzerinde, dibi görünecek kadar sığ, minicik bir dere halinde akar, yarın kabarır, yatağını doldurur.

* Savaş ve Barış'ta, Tolstoy, karşı karşıya gelen ordular arasındaki bir çizgiden söz eder; yaşayanlarla ölüleri birbirinden ayıran bilinmeyenin çizgisidir bu.

* İstesen de istemesen de saçınızdan tutup sürüklerler bizi savaşa.

* Mezarları otlar nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar. Rüzgar gidenlerin izlerini nasıl silerse, zaman da öylece, sevdiklerinin dönmesini boş yere beklemiş olanlarla, hep boş yere bekleyecek olanların müthiş acılarını ve anılarını alır götürür, çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünyada hiç kimseye uzun bir zaman bağışlanmamıştır.

* "Söylediği sözlere bak şunun! Tanrıdan da korkmuyor..."

"Tanrı mı? Artık ondan bana bir hayır gelmez. Zaten bütün ömrüm boyunca hep benimle uğraştı..."

* Hayatta kendinden esirgeyemediği tek bir şey vardı: Kitap; İş kitap satın almaya geldi mi akan sular dururdu. Severdi okumayı.

* Savaşın ilk günlerinde kendisine azap veren o acıma duygusunun artık hiç kalmadığını hissetmişti. Yüreği sertleşmiş, suyu çekilmiş bir tuzlu bataklık gibi katılaşmıştı; tuzlu bataklık nasıl suyu emmezse, onun yüreği de öylece, acıma denilen şeyi içine almaz olmuştu. Buz gibi bir yürekle, kendi canını da başkalarının canını da hiçe sayarak, şan ve şerefe boğulmuştu.

* Öylesine müthiş, öylesine azgın bir sevinç kaplamıştı yüreğini ve içine öyle bir gücün, öyle bir azmin aktığını hissediyordu ki, elinde olmaksızın gırtlağından ıslık gibi bir hırıltı koptu. İçinde hapsolan bütün gizli duygular boşalmıştı şimdi. Bundan böyle izleyeceği yol en sonunda gözünün önünde aydınlanıvermişti; bozkıra düşen ay ışığı gibi.


Tezek yığınları arasında bir hayvan gibi saklanıp, dışarıdan gelen her insan sesiyle, her gürültüyle irkildiği o kahredici günlerde her şeyi tartmış, her konuda kararını vermişti. Gerçeği aradığı, kararsızlıklar geçirdiği, istiraplı iç mücadeleleriyle oradan oraya döndüğü günleri hiç yaşamamıştı sanki. Altından geçtikleri bir bulut gibi, o araştırmaları da şimdi ona amaçsız, boş görünüyordu. Bu kadar düşünecek ne vardı sanki? Ruhu kovalanan bir kurt gibi bir kaçış yolu bulmak, çelişkileri çözmek için heden çırpınmıştı öylesine? Yaşam saçma denecek kadar, akil ermeyecek kadar basit görünüyordu. Bütün insanların kanadı altına sığınabileceği bir gerçeğin hiçbir vakit var olmadığına inanıyordu şimdi; artık o, herkesin yolunun ayrı olduğunu düşünüyordu. İnsanlar ezelden beri bir ekmek parçası, bir toprak parçası, bir parça yaşama hakkı için dövüşmekteydi ve güneş üstlerinde parladığı, damarlarındaki kan ılık ılık aktığı sürece de dövüşeceklerdi. Onu canından etmek, yaşama hakkından yoksun bırakmak isteyenlerle dövüşmek, hem de azimle kararsızlığa düşmeden, nefretin soğuk çeliğiyle dövüşmek gerekti. Duygularına gem vurmamalı, onları başıboş bırakmalıydı.

* Cephede huzursuzluk baş gösterince -ki bu kaçınılmaz bir şeydir; askerler savaşmaktan bıkınca, kaçma olayları artınca- ayaklanmaları bastırmak için Kazaklar kullanılacak. Hükümet Kazakları elinde bir taş gibi saklıyor. Zamanı gelince devrimin kafasını bu taşla ezmeye kalkacak.

* "Bu generaller de bir şeyi akıllarından çıkarmasa iyi eder: Devrimden sonra halk çok değişti, hatta yeniden doğdu da diyebilirsin. Oysa subaylar hâlâ eski kafayla gidiyor. Korkarım yakında kafalarını taşa çarparlar... Hepsinin eklemleri tutulmuş bu subayların. Bunların beyinlerine biraz makine yağı sıkmalı ki gıcırtısı kesilsin."

"Ne demek istiyorsun?"

"Demek istiyorum ki, bunlar hâlâ eskisi gibi kabarıyor. Mesela ben, Alman savaşından beri subay olarak görev yapıyorum. Bu rütbeyi de kanım pahasına elde ettim! Ama ne zaman bir mektepli subay toplantısına gitsem, kıçımdaki donla ayazda kalmış gibi hissediyorum kendimi. Heriflerin bana karşı takındığı tavrın soğukluğu sırtımdaki tüyleri ürpertiyor!...

Ben onların gözünde beyaz bir köleyim. Bir onların bir de benim ellerime bak... Benimkiler el değil, at toynağı! Onlar görgülüdür, bastıkları yeri bilir, ama ben odaya girdim mi, ayağımın takilmadığı yer kalmaz. Onlar tuvalet sabunu, kadınların süründükleri her çeşit boya ve krem kokar ama ben at sidiği kokarım, ter korkarım. Onların hepsi okumuş kişilerdir, ama ben bir kilise okulunu zar zor bitirmiş biriyim. Tepeden tırnağa yabancıyım onlara. İşte bu yüzden oluyor bütün bunlar! Ne zaman yanlarından ayrılsam, yüzüme bir örümcek ağı yapışmış gibi hissediyorum kendimi; her tarafım karıncalanıyor, huzurum kaçıyor ve gidip yüzümü yıkamak istiyorum."

* Aslında olanlar neydi? Henüz hemcinslerini öldürmekte ustalık kazanamamış insanlar, ölüm meydanlarına itilmiş ve bu insancıklar, çevrelerini saran ölüm korkusu içinde hücuma kalkmış, gözleri dönmüş bir halde ve ne yaptıklarının farkında bile olmaksızın birbirlerini vurmuş, birbirlerini kesmiş biçmiş, atlarıyla birlikte sakatlanmış ve içlerinden birinin vurulup ölmesi üzerine de dönüp kaçmıştı. Maneviyatları kırılmış olarak, ruhen çökmüş olarak kaçmışlardı.

İşte, kahramanlık destanı denilen şey!