15 Eylül 2024 Pazar

ORHAN PAMUK "SESSİZ EV"


Orhan Pamuk 📖 Sessiz Ev

Sessiz Ev, Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Orhan Pamuk‘un Cevdet Bey ve Oğulları adlı ilk romanından sonra 1983 yılında yayımlanan ikinci romanıdır.

Roman, üç kardeşin babaannelerini ziyaret etmek üzere gittikleri İstanbul yakınlarındaki Cennethisar Kasabası'nda geçirdikleri bir haftayı anlatır.

Orhan Pamuk, Sessiz Ev kitabını 32 bölüm halinde kurgulamıştır. Romanda çoğulcu kahraman bakış açısı ve anlatıcısı kullanılmıştır. Her bölüm farklı karakterlerin gözünden anlatılmaktadır. Romandaki zamanın, 12 Eylül 1980’de yaşanan askerî darbeden kısa bir süre önce geçmesi nedeniyle darbeden önceki siyasî ve toplumsal gerginlikler romanda hissedilmektedir.

Biri tarihçi, biri devrimci bir öğrenci, diğeri de zengin olmayı kafasına koymuş üç torunun, 1980 yazında İstanbul’dan elli kilometre uzakta, Cennethisar’da yaşayan babaannelerinin konağında geçirdikleri bir haftanın öyküsüdür.

Büyükbaba Selahattin Darvınoğlu’nun ölümünden sonra ortak yaşamının eşi Fatma Darvınoğlu tarafından anlatılması ve çok çeşitli hayatların romana dâhil edilip okuyucuya sunulması romanın konusu ve olay öğüsünü oluşturmaktadır.


📌Romandaki baş karakterler: 

*Roman özellikle başkahraman babane Fatma Hanım’ın bakış açısından anlatılır. Doksan yaşında ve çok şey görüp geçirmiş bir kadın olan babane sert mizaçlı, geçmişindeki kalıplara sarılmış, örf adet ve törelere bağlı, doktor eşine rağmen bilimden ve ilerlemeden hayatın değişmesinden rahatsız olan bağnazlikta biridir.

*Büyükbaba Selahattin Darvınoğlu, Meşrutiyet dönemi doktor olan bir aydındır. Batılı düşünce sistemi ile geleneksel değerler arasında bocalayan bir tiptir, ittihatçılar tarafından sürgün edilmiştir. Romanda öldükten sonraki dönemde karşımıza çıkar ve eşinin anlattıkları ile okuyucuya yaşadığı dönem ve kendisi tanıtılır. 

*Fatma Hanım ve Selahattin Darvınoğlu’nun kaymakam olan oğulları Doğan babasının kopyasıdır ve kitapta o da öldükten sonraki dönemde annesi tarafından aktarılır.

*Büyük torun tarihçi Faruk Darvınoğlu, tarihi gündelik olaylarla süslemeyi ve bir edebî metne dönüştürmeyi amaç edinmiştir. Kendisini içkiye kaptırmış, hayatta kaybettiklerini unutmaya çalışan ve gelecekten umudu olmasada tarihi araştırmalarla hayata tutunmaya çalışmaktadır.

*Torunlardan ikincisi Nilgün Darvınoğlu, üniversite öğrencidir, romandaki sol görüşlü kişiler Nilgün şahsında anlatılır. Nilgün, akrabası sağ görüşlü Hasan tarafından aşkına karşılık bulamayınca siyasi görüşü bahane edilerek öldülür.

*Üçüncü torun Metin,Cennethisar’a biraz olsun eski günleri tazelemek ve yeni aşklar yaşamak için gelmiş biri. Kasabadaki arkadaşlarıyla birlikte dolaşıp zaman öldürür. Ve ileride çok zengin olup hayatının kurtulmasını hayal eder.



Altını Çizdiğim Satırlar 📝

* Okumak en iyi şey, oku ve öğren, çünkü yapılacak o kadar çok şey var ki...

* Mide karanlık, bilinmeyen bir alemdir ki bir tek Yunus Peygamber bilir.

* Nedir zaman denilen şey? Nedir çare diye beklediğim?

* Bizde de bir rönesans, bir bilim

uyanışı gerektiğini artık kesinlikle anlamış

vaziyetteyim...

* Çarpım tablosu ezberlemekle olmaz her şey.

*  Bütün bu bilimi biz, yalnız oradan alıp buraya taşımak değil, yeniden bulmak zorundayız.

* Ama, o ruhsuz, ahmak, budalalar bana gülecek diye istediğimi yapamayacak değilim ben!

* Şöyle geliyor bana: Sanki olmasını istediğim şeyler çok yavaş oluyor ve olurken de onları düşündüğüm ve beklediğim gibi olmuyorlar; hepsi sanki beni öfkelendirmek için ağır ağır geliyorlar ve sonra birden bir bakıyorsun, hemen geçip gitmişler bile.

* Ölüm! Düşünürüm, korkarım, çünkü insan merak eder.

* Uzun, upuzun bir hikâye hayat...

* Sanki dünya bana yeni bir şey gösterebilirmiş gibi, bekledim bekledim...

*... balkon o çıkıntının adı, özgürlüğe açılan penceredir ne güzel manzara değil mi

* Gördüğün gibi pencerelere kafes de yaptırmıyorum, ne çirkin söz, kadınlar kuş mu, hayvan mı, özgürüz hepimiz...


1 Ağustos 2024 Perşembe

ORHAN PAMUK "CEVDET BEY VE OĞULLARI"


 #OrhanPamuk 📖 #CevdetBeyveOğulları

Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk'un 1982 yılında yayımlanan, tüccar bir ailenin 1905'ten 1970'e kadar yaşadıklarını ve hikayelerinin etrafında Türkiye Cumhuriyeti'nin toplumsal, ekonomik ve kültürel tarihinin de anlatıldığı ilk romanıdır.

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları'nı yazmaya 1974 yılında başlamış ve 1978 yılında tamamlamıştır. 

Cevdet Bey ve Oğulları, 1979 yılında yayımlanmamış kitapların katılabildiği Milliyet Roman Armağanı'nı kazandı ve birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu'yla (Issızlığın Ortasında) paylaştı.

Bir aile romanı olan Cevdet Bey ve Oğulları, Işıkçı Ailesi'nin hikâyesini anlatır. Işıkçı Ailesi ile birlikte, bu aile etrafında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, dönemin kültürel özellikleri, toplumun orta ve üst gelir sınıflarının dünya görüşleri, yaşam biçimleri, ev hâlleri, aşkları, sosyal ilişkileri, tüketim alışkanlıkları da yer alan kitap bu özelliğiyle 19. yüzyıl romanının özelliklerini taşıyan, klasik bir çağ romanı niteliklerini taşır, toplumun belirli bir tarih dilimi içindeki değişimin panomasını yansıtır.

Cevdet Bey ve Oğulları, Jön Türkler'den başlayarak cumhuriyetin 50. yılına kadar uzanan bir zaman zarfında İstanbul'un ve Türkiye'nin toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasî durumunu da betimler. Roman, bir yandan Türk edebiyatında ilk defa yüksek gelir sınıfına mensup, zengin bir burjuva ailesinin günlük hayatını, alışkanlıklarını, gelenek ve göreneklerini anlatırken, diğer yandan da 1930 ile 1970 yılları arasında, varlıklı kesimin yaşadığı Nişantaşı semtini, yine Türk edebiyatında ilk defa, içerden ve tarafsız bir bakışla tasvir eder.

Roman, Türkiye’nin modernleşme sürecini burjuva bir ailenin gözünden anlatmaktadır. 

Alaturkalık ve alafrangalık arasında yaşadıkları çelişkiler; düzen vegelişimle birlikte uğradıkları çeşitli hayal kırıklıklarıyla birlikte aktarılmıştır.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra gerçekleştirilen ve sosyal hayata etkisi olan inkılaplar romanda söz konusu edilir. Işıkçı ailesinin bu süreçte yaşadıkları, üç kuşağın etrafında şekillenir. Sosyal yaşamdaki bu değişimlerin, aile ve kadınların üzerindeki etkisi de söz konusudur. Batılılaşan aile yapısı, Nişantaşı ve çevresindeki zengin aileler anlatılırken kadınların sosyal yaşam içindeki yerleri de ele alınmıştır. Romanda kadının evlilik hayatındaki yeri, çalışma hayatı içindeki konumu ve eğitimine dair dönemin yapısını sunan bilgilere yer verilmiştir.  Cumhuriyetin etkisiyle dönemin Türkiye'sinde kadının yeri vurgulanmıştır.

 Cevdet Bey'in ve oğullarının günümüze uzanan hikayesi bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti'nin özel hayatının da hikayesedir. Kitap Thomas Mann'ı ilk romanı Buddenbrook'lardan esinlenerek kaleme alınmıştır.


#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

*İnkılâp nedir düşünün. İnkılâp halkın hayrına olanları, halka rağmen, fakat halk için, halka getirmek işidir...
* "Burası Türkiye!” dedi. “Gerçeğin kendisiyle değil, kötü bir taklidiyle karşı karşıyayız!”
* “Ben devletin değil, memleketin iyiliğini istiyorum!” dedi.
“Biliyorum, biliyorum! Ama siz bunların birbirinden ayrılmadığını, üstelik devletin önde geldiğini bilmiyorsunuz!”
“Biliyorum, belki bu doğru olabilir, ama ben buna göre davranamıyorum!”
* Türkiye'de resim yapmak, insanın bağıra bağıra konuşması gereken bir ülkede dilsizliği seçmek gibi bir şey.
* Son zamanlarda, suçluluk duyan insanlar gibi, kendi hayatını başka hayatlarla karşılaştırdığını, nerede yanlış yaptığını bulmak ya da başka yanlışlar yapmamak için başka hayatlardan örnek alınması gereken sonuçlar çıkardığını, bunu da çoğu zaman farkında olmadan yaptığını biliyordu.
* Ben bu evin içinde huzursuzum... Sonra işimden de memnun değilim... Yeni bir hayat...
* "Ben ne olmak istemediğimi biliyorum, ama ne olmak istediğimi bilmiyorum!" diye düşündü.
* Beni böyle görüyorlar... İyi, saf, dürüst... İnsanın başka bir özelliği olmayınca başkaları ondan öyle söz eder: İyi insan.
* İdealizm iyi şeydir, ama bana kalırsa hayatta elle tutulur bir şey yapmak daha iyi bir şeydir!
* Zaman yavaş aksın istedi. Her şey yavaş yavaş değişsin, yeni eskiyi hoşgörüyle karşılasın, herkes çevreyi saran şu zamandan ve varlıktan hoşnut olsun, kimse kimseye fazla dikkat etmesin istedi.
* Doğru olan tek şey şu: Artık eskisi gibi olamam !



3 Ocak 2024 Çarşamba

FRİEDRİCH NİETZSCHE "BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT"

 


#BöyleBuyurduZerdüşt 📖

Alman filozof Friedrich Nietzsche'nin insanın aşılması gereken bir varlık olduğu fikrini ortaya attığı kitabı "Böyle Buyurdu Zerdüşt"; 1883-1884 yılları arasında  'insan', 'Tanrı', 'ahlak' temalarına odaklanarak üç bölüm olarak yazdığı ve Batı'nın düşünce tarihine sistemli bir saldırı başlatmak için 1885’te dördüncü bir bölüm eklediği felsefi romanıdır.

Felsefi bir başyapıt olarak nitelendirilen eser geçmişteki filozofların ne öğretilerini sürdürmüş ne de üstüne koyarak devam ettirmemiştir, tüm öğretileri bir tarafa bırakmış kendi felsefi fikirlerini geliştirerek yeni bir kimlik belirlemiştir. Yazar bu romanı, Batı felsefesi geleneğinde alışılagelmişin dışında çıkarmış çok daha ötesine geçirmiştir.

Nietzsche, önemli gördüğü fikirlerini romanında kurgusal bir hikaye oluşturarak aktarmıştır. Metinde, Zerdüşt karakteriyle dine atıflarda bulunur ve bunu yaparken de sert bir dille basmakalıp pek çok fikri eleştirir. Kitabın kahramanı Zerdüşt karakterini yeni bir öğretiyle donatarak hedeflediği 'üstüninsan'a nasıl erişileceğinin yollarını aramış ve 'üstüninsan'la hayatın sonsuz yaşama doğru evrileceğini aktarmıştır. Zerdüşt inançlara, törelere, toplumsal değerlere bağlı kalanları eleştirir, kendi istemini kendi belirleyen ve  boyun eğmeyi reddeden insanları savunur. Yeni değerlerin üretilmesi için, var olan eski değerlerin hiçe sayılması gerektiğini ve yaratılan yeni değerlerinse tekrar tekrar kendini aşmak zorunda olduğunu, hiçbir değere bağlı kalınmadan 'Üstinsan'a doğru sürekli yol alınması gerektiğini savunur. Zerdüşt bir yol gösterici, öğretici olarak algılansa da kişilerin kendi düşüncelerini üretmesi gerekliliğini, kişinin 'Üstinsan'ı kendisinin var etmesi gerektiğini özellikle belirtir. Ermiş olarak nitelendirilen Zerdüşt karakteriyle kurgusal bir hikayeyi betimlerken sorular soruyor ve cevap niteliğinde alt başlıklarla açıklamalar yapıyor, aforizmalarla da kimi zaman cevaplar veriyor bazen de cevaplar arıyor. İnsanlığa kendisini aşması için hem yol gösteriyor hem de kendi yolunu insanın kendisinin bulmasını da salık veriyor. Böylece kendi yolundan gelinmesine de karşı çıktığını da anlatmaya çalışarak insanın özgürlüğünü koruması gerektiğini, kendi tercihlerini kendi iradesiyle yapmasını ikilem içinde bile vurguluyor.

Alman filozof Friedrich Nietzsche hem yaşadıkları olaylarla hem gözlem gücü hem düşünce dünyasının zenginliğiyle şekillenen fikirlerini insanlara kabul ettirme niyetiyle değil  aksine onların da sorgulanıp yeni fikirlere gebe olmasını amaçlayarak kaleme aldığı 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' felsefenin gücünü edebi dille sunarak şiirselliğini de yansıtmayı başarmıştır.



#Altınıçizdigimsatırlar 📝

* "İnsan ne kadar zavallı," diye düşündü, "ne kadar çirkin ve hırıltılı ve ne kadar gizli bir utançla dolu.

* "Yaşamak niye? Her şey boş. Yaşamak saman dövmektir, ya şamak kendini ateşe vermek ve yine de ısınamamaktır."

Böylesi zamanı geçmiş lakırdılar hâlâ "bilgelik" sayılıyor, hatta eski ve küflü olduğu için daha çok saygı görüyor lar. Çürüme de asilleştiriyor.

Çocuklar böyle konuşabilirler, onlar kendilerini ateşten sakınırlar, yandıkları için. Bilgeliğin eski kitaplarında pek çok çocukluk var.

Sürekli "saman döven birisi, dövmeyi nasıl karalayabilir. Bunu yapan budalanın ağzını bağlamak gerekir.

Böyleleri sofraya oturur ve yanlarında hiçbir şey, hatta iyi bir iştahı bile getirmezler. Sonra da "Her şey boş," diye yakınırlar.

* İktidar hırsı: Büyük hor görünün, şehirlerin ve imparatorlukların yüzüne karşı "Çekil git!" diye vaaz veren korkunç öğretmeni, ta ki içinden bir ses "Kendim çekilip gideyim!" diye haykırana kadar.

* İktidar hırsı: İnsan, onun bakışının karşısında sürünür, eğilir, kullaşır ve yılan ve domuzdan bile daha aşağılaşır, ta ki içinden büyük bir hor görü haykırana kadar.

*İktidar hırsı: Her türlü çürümüşlüğü ve kofluğu yıkıp parçalayan deprem, süslenip püslenerek ayıbı örtülen mezarların üzerinden gürleyerek geçen cezalandırıcı, erken verilmiş cevapların arkasında yanıp sönen soru işareti.

*İktidar hırsı: En kibirli halklara koyulan kinci fren, her ata ve her gurura binen müphem erdemin aşağılanması.

* İktidar hırsı: Katı yüreklilerin en katılarının elindeki alev kırbacı, en gaddarların kendileri için sakladığı korkunç işkence, canlı ölülerin yakıldığı odun yığınının karanlık alevleri.

* Ebedi olan her şey bir sanıdır. Ve şairler çok fazla yalan söylerler.

*İnsan hep bir öğrenci olarak kalırsa, öğretmenine borcunu ödeyemez.

*Bin yılların yalnızca mantığı değil, çılgınlığı da içimizde kendini gösteriyor. Vâris olmanın tehlikeleri var.

Hâlâ adım adım tesadüf denilen devle savaşıyoruz ve tüm insanlık üzerinde şimdiye değin hâlâ aptallık, anlamsızlık hüküm sürdü.

*"Arayan insanın bizzat kendisi kolayca kaybolabilir. Her türlü yalnızlık kötüdür," der sürü. Ve sen uzun zaman sürünün parçasıydın.

*Sizin şölenlerinizi de sevmiyorum, çok fazla rol yapan oluyor; seyircilerin bile çoğu zaman oyuncu gibi davrandığını gördüm.

* Yükseklere çıkmak istiyorsanız, kendi bacaklarınızı kullanın! Kendinizi yükseklere taşıtmayın, başkalarının sırtına veya başlarının üstüne çıkmayın!

*"Neresi benim yurdum?' Hep bunu kendime soruyor ve arıyordum, arıyorum, fakat bulamadım. Ah ebedi Her Yer, ah ebedi Hiçbir Yer, ah ebedi Nafile!"

*Bir şeye son vermek, yeni bir mısra yazmaktan daha fazla cesaret gerektirir. Bunu bütün doktor ve şairler bilir.

* Hep aynıdır zayıf insanların tarzı, yollarında kaybolurlar ve sonunda da yorgunlukları "Ne diye bu yollara düştük ki? Hiçbir anlamı yok!" diye sorar.

Kulaklarına hoş gelir "Bu sıkıntıya değmez. Hiçbir şey arzulamayın!" diye vaaz edilmesi. Oysa bir kölelik vaazıdır bu.

* Bazıları bir avuç adaletlerinden gurur duyar ve onlar uğruna o kadar çok suç işlerler ki, dünya onların adaletsizlikleri içinde boğulur.

Ah, şu "Erdem" sözcüğü birisinin ağzına bu kadar mı yakışmaz! "Adilim" demeleri kulağa "Adiyim" diye çalınır.

*İdrak eden kişi şöyle der: Utanç, utanç, utanç, bundan ibarettir insanın tarihi.

*Neye benzediğini öğrenmek için, dostuna hiç uyurken baktın mı? Dostunun yüzü neye benzer acaba? Dostunun yüzü, kaba ve kusurlu bir aynada gördüğün kendi yüzündür.








19 Kasım 2023 Pazar

MİHAİL ŞOLOHOV "DURGUN DON"

 


Ve Durgun Akardı Don...

1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Rus yazar Mihail Şolohov'un dört ciltlik epik romanı Durgun Don, 20. yüzyıl Rus ve Dünya Edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Eser, Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Rus İç Savaşı sırasında Don Kazaklarının yaşamlarını ve mücadelelerini anlatmaktadır.

Romanın ilk cildinde Kazakların gelenek görenekleri köy hayatı anlatılırken , ikinci ciltte Şubat ve Ekim Devrimleri'nin Kazaklar üzerindeki yansımalarını görürüz. Romanın üçüncü cildinde Yukarı Don Ayaklanması anlatılır. Romanın dördüncü cildinde bitmek bilmeyen savaşın trajedileri devam eder.

Roman, bir Kazak ailesi Melehov'lar etrafında döner ve çarlığın yıkılışı, Rusya'da iç savaş ile devrim sürecini onların yaşamları, ilişkileri, kültürleri ve geleneklerinin etrafından okura aktarır. Romanın kahramanı bir Kazak köylüsü olan Gregor Melehov'dur. Gregorun gençlik dönemindeki köy yaşantısı ardından katıldığı l. Dünya Savaşı sırasında cephede yaşadıkları ile değişen duygu ve düşünce dünyası ve sonrasında çarlığın yıkılışıyla onunla birlikte Kazakların yaşadıkları ile çöken ruh hali analiz edilmiştir. Devrim sürecinde aile fertleri, akrabalar, aynı köyün kentin insanları karşı karşıya gelir, savaşın neden olduğu ölümler onca yuvayı yıkarken bu sürecin etkileri, ana kahraman Gregor'a yaşamı sorgulama imkanı verir ve savaşın yıkımlarıyla birlikte iç dünyasına da çelişkiler doğurur.

Şolohov, devrim öncesi ve sonrası Rus yaşamını, özellikle de feodal değerlere ve Çar'a bağlılığını sürdüren Kazakları betimlerken birey ve toplum ilişkilerini irdeleyerek kurgular.

Durgun Don'un ana kahramanı Gregor Melehov'un köy hayatına, doğaya, bağımsızlığa tutkusuyla birlikte, haklarını almak için başkaldırıp sınıfsal farkındalığı kavramak arasında çelişkili duygular arasında sıkışıp kalır.

Romanda, aşk, tutku, sadakat ve namus kavramları da güçlü bir biçimde kendisine yer bulur. Gregor'un yasak aşkı Aksinya arasındaki gelgitlerle devam eden ilişkisi de romanın önemli bir temasıdır. İki aşık geleneklerin baskısına kâh boyun eğer kâh mücadele ederler. Gregor'un komşularının karısı Aksinya ile ilişkisine son vermesi için ailesi, çocukluk arkadaşının kızkardeşi Natalya ile evlendirir. Aşk, tutku ve sadakat kavramları Gregor, Aksinya ve Natalya karakterleri üzerinden işlenirken, onların etrafında, bu çetrefilli ilişkilerin yaşandığı Kazak köyünün namus kavramı da betimlenir.

Roman, yazara Lenin Nişanı ve Stalin Ödülü’nü kazandırırken, Şolohov 1965 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.


Altını çizdiğim satırlar 📝

* Yaşam ana yatağından çıktı mı, birçok kola ayrılır. Aldatıcı, dolambaçlı gidişi içinde bir daha hangi yatağa yerleşeceğini önceden kestirmek güçtür. Bugün kumlu bir yatak üzerinde, dibi görünecek kadar sığ, minicik bir dere halinde akar, yarın kabarır, yatağını doldurur.

* Savaş ve Barış'ta, Tolstoy, karşı karşıya gelen ordular arasındaki bir çizgiden söz eder; yaşayanlarla ölüleri birbirinden ayıran bilinmeyenin çizgisidir bu.

* İstesen de istemesen de saçınızdan tutup sürüklerler bizi savaşa.

* Mezarları otlar nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar. Rüzgar gidenlerin izlerini nasıl silerse, zaman da öylece, sevdiklerinin dönmesini boş yere beklemiş olanlarla, hep boş yere bekleyecek olanların müthiş acılarını ve anılarını alır götürür, çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünyada hiç kimseye uzun bir zaman bağışlanmamıştır.

* "Söylediği sözlere bak şunun! Tanrıdan da korkmuyor..."

"Tanrı mı? Artık ondan bana bir hayır gelmez. Zaten bütün ömrüm boyunca hep benimle uğraştı..."

* Hayatta kendinden esirgeyemediği tek bir şey vardı: Kitap; İş kitap satın almaya geldi mi akan sular dururdu. Severdi okumayı.

* Savaşın ilk günlerinde kendisine azap veren o acıma duygusunun artık hiç kalmadığını hissetmişti. Yüreği sertleşmiş, suyu çekilmiş bir tuzlu bataklık gibi katılaşmıştı; tuzlu bataklık nasıl suyu emmezse, onun yüreği de öylece, acıma denilen şeyi içine almaz olmuştu. Buz gibi bir yürekle, kendi canını da başkalarının canını da hiçe sayarak, şan ve şerefe boğulmuştu.

* Öylesine müthiş, öylesine azgın bir sevinç kaplamıştı yüreğini ve içine öyle bir gücün, öyle bir azmin aktığını hissediyordu ki, elinde olmaksızın gırtlağından ıslık gibi bir hırıltı koptu. İçinde hapsolan bütün gizli duygular boşalmıştı şimdi. Bundan böyle izleyeceği yol en sonunda gözünün önünde aydınlanıvermişti; bozkıra düşen ay ışığı gibi.


Tezek yığınları arasında bir hayvan gibi saklanıp, dışarıdan gelen her insan sesiyle, her gürültüyle irkildiği o kahredici günlerde her şeyi tartmış, her konuda kararını vermişti. Gerçeği aradığı, kararsızlıklar geçirdiği, istiraplı iç mücadeleleriyle oradan oraya döndüğü günleri hiç yaşamamıştı sanki. Altından geçtikleri bir bulut gibi, o araştırmaları da şimdi ona amaçsız, boş görünüyordu. Bu kadar düşünecek ne vardı sanki? Ruhu kovalanan bir kurt gibi bir kaçış yolu bulmak, çelişkileri çözmek için heden çırpınmıştı öylesine? Yaşam saçma denecek kadar, akil ermeyecek kadar basit görünüyordu. Bütün insanların kanadı altına sığınabileceği bir gerçeğin hiçbir vakit var olmadığına inanıyordu şimdi; artık o, herkesin yolunun ayrı olduğunu düşünüyordu. İnsanlar ezelden beri bir ekmek parçası, bir toprak parçası, bir parça yaşama hakkı için dövüşmekteydi ve güneş üstlerinde parladığı, damarlarındaki kan ılık ılık aktığı sürece de dövüşeceklerdi. Onu canından etmek, yaşama hakkından yoksun bırakmak isteyenlerle dövüşmek, hem de azimle kararsızlığa düşmeden, nefretin soğuk çeliğiyle dövüşmek gerekti. Duygularına gem vurmamalı, onları başıboş bırakmalıydı.

* Cephede huzursuzluk baş gösterince -ki bu kaçınılmaz bir şeydir; askerler savaşmaktan bıkınca, kaçma olayları artınca- ayaklanmaları bastırmak için Kazaklar kullanılacak. Hükümet Kazakları elinde bir taş gibi saklıyor. Zamanı gelince devrimin kafasını bu taşla ezmeye kalkacak.

* "Bu generaller de bir şeyi akıllarından çıkarmasa iyi eder: Devrimden sonra halk çok değişti, hatta yeniden doğdu da diyebilirsin. Oysa subaylar hâlâ eski kafayla gidiyor. Korkarım yakında kafalarını taşa çarparlar... Hepsinin eklemleri tutulmuş bu subayların. Bunların beyinlerine biraz makine yağı sıkmalı ki gıcırtısı kesilsin."

"Ne demek istiyorsun?"

"Demek istiyorum ki, bunlar hâlâ eskisi gibi kabarıyor. Mesela ben, Alman savaşından beri subay olarak görev yapıyorum. Bu rütbeyi de kanım pahasına elde ettim! Ama ne zaman bir mektepli subay toplantısına gitsem, kıçımdaki donla ayazda kalmış gibi hissediyorum kendimi. Heriflerin bana karşı takındığı tavrın soğukluğu sırtımdaki tüyleri ürpertiyor!...

Ben onların gözünde beyaz bir köleyim. Bir onların bir de benim ellerime bak... Benimkiler el değil, at toynağı! Onlar görgülüdür, bastıkları yeri bilir, ama ben odaya girdim mi, ayağımın takilmadığı yer kalmaz. Onlar tuvalet sabunu, kadınların süründükleri her çeşit boya ve krem kokar ama ben at sidiği kokarım, ter korkarım. Onların hepsi okumuş kişilerdir, ama ben bir kilise okulunu zar zor bitirmiş biriyim. Tepeden tırnağa yabancıyım onlara. İşte bu yüzden oluyor bütün bunlar! Ne zaman yanlarından ayrılsam, yüzüme bir örümcek ağı yapışmış gibi hissediyorum kendimi; her tarafım karıncalanıyor, huzurum kaçıyor ve gidip yüzümü yıkamak istiyorum."

* Aslında olanlar neydi? Henüz hemcinslerini öldürmekte ustalık kazanamamış insanlar, ölüm meydanlarına itilmiş ve bu insancıklar, çevrelerini saran ölüm korkusu içinde hücuma kalkmış, gözleri dönmüş bir halde ve ne yaptıklarının farkında bile olmaksızın birbirlerini vurmuş, birbirlerini kesmiş biçmiş, atlarıyla birlikte sakatlanmış ve içlerinden birinin vurulup ölmesi üzerine de dönüp kaçmıştı. Maneviyatları kırılmış olarak, ruhen çökmüş olarak kaçmışlardı.

İşte, kahramanlık destanı denilen şey!






31 Ekim 2023 Salı

Pulitzer Ödüllü ABD’li yazar Upton Sinclair, 1906 yılında yazdığı ve dilimize 'Şikago Mezbahaları' adıyla çevrilen 'The Jungle' adlı eseri büyük yankı yapmış ve kamouyunun dikkatinin mezbahalardaki sağlıksız çalışma koşullarına çekmiştir. Eserin yayınlanmasından hemen sonra ABD'deki et sektöründe iyileştirme çalışmaları başlamış ve konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmıştır.

Upton Sinclair 'Şikago Mezbahaları' kitabı kapitalist sisteme ağır bir eleştiri getirmektedir. Amerikan toplumunun sanayi devrimiyle birlikte makinalaşması topluma gelişme ve refahlık yerine işçilerin yaşam şartlarını sıkıntıya sokmuş topluma buhran getirmiştir; bencillik, rekabet ve ahlaksızlık kolkola girmiştir, ayakta kalmak için güçlü olmak, güçlü olmak için de sömürme yolu seçilmiştir. Kitapta da kapitalizmin aç gözlü rekabetçiliği yerilir; ayakta kalanların en güçlüler değil en ahlaksızlar olduğunu ve iş verenlerin bu şartlarda işçilerin nasıl kanını emdiğini göstermiştir. Yazarın amacı özellikle gıda sanayisini eleştirmek değil kapitalist sistemin kâr üzerine dönen çarklarına dikkat çekmek olsa da okuyuculara gıda sanayisinin iç yüzünü göstermekten de geri kalmamıştır. 

Upton Sinclair, sendikal hakların henüz olmadığı, kapitalist sömürünün içinde yılmadan yaşam mücadelesi veren, yavaş yavaş bilinçlenen ve karşı mücadeleye geçen başkarakter Jurgis’in öyküsünü kasvetli bir kurguyla fakat gerçeğin en sert hâlini yüzümüze vurarak aktarır.

Sanayi toplumu içindeki çaresiz yoksulluğu anlatan roman toplumsal bunalım, kitlesel yoksullaşma dönemlerine ayna tutmuştur.



#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

* O günlerde uygarlığın nasıl bir şey olduğunu her zamankinden daha net gördü; kaba güç dışında hiçbir şeyin geçerli olmadığı bir dünya, güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen.

*Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu, elleri kolları bağlanmıştı, kanunlar onlara karşıydı, toplumun işleyiş biçimi tamamen başlarındaki zalime hizmet ediyordu.

* Fakat durum içler acısıydı çünkü hiç de adil olmayan bir savaştı; bazıları öyle avantajlıydı ki!

* Ticari rekabetin hüküm sürdüğü toplumlarda para zorunlu olarak bir üstünlük gösterge­si, müsriflik temel güç kriteridir.

*Devlet mi? Devletin amacı mülkiyet haklarına muhafızlık etmek, statüko­ nun ve modem sahteciliğin sürekliliğini sağlamaktı. Evlilik mi? Evlilik ve fuhuş bir madalyonun iki yüzü, yırtıcı insanın cinsel hazzı sömürme biçimiydi. Aralarında sadece sınıf farkı vardı. Parası olan bir kadın kendi şartlarını kabul ettirebilirdi: Eşitlik, evlilik sözleşmesi, çocuklarının meşruiyeti, yani mülkiyet hak­ları. Parası yoksa, proleter sınıftansa, var olabilmek için kendini satardı. Bir de Şeytan'ın ölümcül silahı olan Din konusu vardı. Devlet maaşlı kölenin bedenine zulmederken, Din zihnini ele geçirir ve gelişim ırmağını kaynağından zehirlerdi. İşçi sınıfı ge­lecek umudunu korumaya çalışırken, bir yandan cepleri boşal­tılırdı; tutumlu olmayı, tevazuyu, itaati -kısacası kapitalizmin bütün sözde erdemlerini- öğrenerek büyümelerini sağlardı. 

*Devrimciler melek değildi; onlar da erkekti ve üstelik sosyal uçurumun en dibinden üzerlerine bula­şan balçıklarla birlikte çıkmış adamlardı. Kimileri içiyor, kimile­ri küfrediyor, kimileri turtayı bıçağıyla yiyordu; öteki insanlarla aralarında tek bir fark vardı: Onların umudu ve uğruna savaşa­cak , acı çekecek bir davaları vardı.

*Filozoflar üzerinde akıl yürütmüş, peygamberler lanetlemiş, şairler ağlayıp yakarmışken, bu korkunç Canavar hala serbestçe ortalıkta dolaşıyor! Okullarımız ve üniversitele­rimiz, gazetelerimiz ve kitaplarımız var; hem gökyüzünü hem de dünyayı inceledik, ölçüp biçtik, irdeledik, aklımızla anladık; ve hepsi insanları birbirlerini yok etmeye yarayacak silahlarla donatmaya yaradı! Adına Savaş diyor, geçiyoruz... bari sizler basmakalıp sözlerle ve geleneklerle beni geri çevirmeyin... be­nimle gelin, bana katılın.. . farkına varın! Mermilerle delik deşik, patlayan bombalarla paramparça olmuş cesetleri görün! İnsan etini delen süngünün sesini duyun; acılı inleyişlerle çığlıkları duyun, öfke ve nefretle birer iblise dönüşmüş adamların acıyla buruşmuş yüzlerini görün!

* İşçiler, işçiler; yoldaşlar! Göz­lerinizi açın ve çevrenize bakın! O kadar uzun zamandır cehen­nem ateşinde yaşıyorsunuz ki duygularınız körelmiş, ruhunuz uyuşmuş durumda; ama hayatınızda bir kez olsun yaşadığınız bu dünyayı fark edin...

* Kimi hapishanelerde siz parmaklıkların ardındasınızdır, istediği­niz her şey dışarıda; kimilerindeyse siz dışarıdasınızdır, istenen şeyler parmaklıkların ardında.

* Seçim günlerinde bütün bu yoz­laşmış suçlular tek bir güç haline geliyordu; bölgedeki oy oranı­nı yüzde birlik yanılma payıyla söyleyebiliyor ve bir saat içinde değiştirebiliyorlardı.

* Bu adamlar kendi rızaları olmadan bu can pazarının içine doğmuş, ellerinden başka bir şey gelmediği için bunun bir parçası olmuştu; hapiste olmak onları utandırmı­ yordu çünkü oyun başından beri adil değildi, zarlar hileliydi. Milyonlarca dolarla üçkağıtçılık yapanların tuzağa düşürüp bir kenara attığı, ufak paralarla üçkağıtçılık yapan hırsızlardı onlar. 

* Adaletmiş; yalandı, yalan, korkunç, vahşice bir yalan; karanlık, mide bulandırıcı, ancak kabuslara yaraşır bir şeydi. Sahte ve iğrenç bir oyundu. Adalet diye, hak diye bir şey yoktu; yalnızca güç, zorbalık, kayıtsız ve kontrol­ süz bir keyfilik ve güç vardı!

* İnsanın kendi başının çaresine bakması gerektiğini, sırtınız yere gelirse çığlıklarınızı kimsenin duymayacağını bilecek kadar da görmüş geçirmiş biriydi.

* O günlerde uygarlığın nasıl bir şey olduğunu her zamankinden daha net gördü; kaba güç dışında hiçbir şeyin geçerli olmadığı bir dünya, güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen.




16 Ağustos 2023 Çarşamba

SAUL BELLOW 'HERZOG'

 📚




Herzog, Nobel Edebiyat ödüllü yazar Saul Bellow'un başkahramanının mektuplarından oluşan 1964 tarihli romanıdır. Kurgu dalında ABD Ulusal Kitap Ödülü'nü ve Prix International'ı kazandığı eserinde misyonu "kendini geliştirmek" olan gergin ve dikkati dağılmış Profesör Herzog'un evlat, kardeş, koca, baba, sevgili, yazar, akademisyen olarak başarısız olmasını ve bu gerçeklerle yüzleşmesini konu ediyor. Bozulan evliliklerinin, kötüye giden kariyerinin, tatsız hatıralarla iştigal olan hafızasında çocukluğunun sahnelerini onu ziyaret ederken ruh hali büyük dalgalanmalar ve kaymalarla değişir, şiddet veya umutsuzluk arasında debelenir. Roman boyunca yer alan geri dönüşlerde, Herzog'un hayatının kritik ayrıntıları gün ışığına çıkar.

Olaylar okuyucuya birinci ve üçüncü şahısın raporu arasında gidip gelerek aktarılır; hem 'O' ile nesnel hem 'Ben' ile acı çeken bir benlik.

Herzog'un sadece kadınlar ve arkadaşlarla değil, toplumla ve kendisiyle olan ilişkileri de romanın ana temasıdır, kendi düşünceleri ve düşünce süreçleri yazdığı mektuplarda açıkça ortaya konulmaktadır. Mektuplarından bazıları şakacı, bazıları sert ama hepsi sentimental bir ruh haliyle oluşturulmuş ve psikoloji kalıplarını üstüne püskürtmüştür, her şeyi kuşatan bir farkındalığın içinde geçmiş ve günümüz arası bir medcezir oluşturmuştur. Korkunç uçurumlarla dolu bu çağda yer alıp hayatta kalmak için insanlar geçmişten de medet umar ve kurulan köprüde değişen pek çok şey görülerek yol almaya çalışırken günümüzde de aşk gibi adalet gibi kavramların önemli olduğu hem duygusal hem entelektüel cesaretin önemi vurgulanır.

Fikirlerin dünyası ile gerçek dünyanın sürekli olarak birbirine karıştığı romanda İlişki zorlukları, entelektüel başarısızlıklar ve bazen delilik gibi görünen bir hikaye olan Herzog; yalnızca fikirler dünyasında yaşamanın potansiyel risklerine değinir.

Yazar, en keskin eleştirisini, hepimizin altında yaşadığı şiddet tehdidiyle başa çıkmaya çalışan kişilerin ilaç bulma yolu ve yöntemi üzerine yapıyor.

Roman, Herzog'un batı Massachusetts'teki Berkshires'da kurgusal bir kasaba olan Ludeyville'deki evinde başlar. 

Roman, ilk eşini terk ettiği ikinci karısı tarafından boşanmasının ardından orta yaş krizi yaşayan kırk yedi yaşındaki Moses E. Herzog'un hayatından beş günü konu alıyor. İlk karısından bir oğlu, ikici karısından bir kızı olan Herzog'un aynı zamanda bir kadınla ilişkisi sürmektedir.

Herzog, boşanmasın sarsıntısıyla zamanının çoğunu zihinsel olarak tasarladığı ve asla göndermediği mektuplar yazarak geçirir. Bu mektuplar sevip-sevmediği tanıdıklarına, arkadaşlarına, eski dostlarına, aile üyelerine ve ölüler de dahil olmak üzere, Herzog'un hiç tanımadığı tarihi kişilikler, filozoflar, psikologlar gibi ünlü şahsiyetlere de yöneliktir. Herzog, başkalarının başarısızlıkları veya sözleriyle kendi hayal kırıklığını ifade etmeye çalışırken, başkalarını hayal kırıklığına uğratma şekli için kendini sorgulamaktadır.

Herzog boşandığı ikinci eşinden kızının velayetini geri alma olasılığını avukatla görüşmek üzere adliyeye gittiğinde zanlı, avukat, hakim, mağdur arasında geçen olaylara tanık olarak adalet kavramını hukuk sistemiyle değil insanlık kavramıyla sorgulamaya başlar.

Herzog, hayatı gibi onarıma ihtiyacı olan ancak yapısal olarak sağlam olan evini tamir etmek için planlar yapmaya başlar ve daha fazla mektup yazmasına gerek olmadığını söyleyerek hayatını akışına bırakmaya karar verir.



#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Tarihsel bilincin artmasının ilginç bir sonucu da şu ki, insanlar açıklamanın hayatta kalmak için şart olduğunu düşünüyorlar. Durumlarnı açıklamak zorundalar. Ve şayet açıklanmamış hayat yaşama ya değmezse, açıklanmış hayat da bir o kadar dayanılmaz. "Sentez yap ya da yok ol!" Yeni yasa bu mu? Ama insan zihninden ne kadar tuhaf fikirlerin, sanrıların, yansıtmaların çıktığını görünce Tanrı'ya yeniden inanmaya başlıyorsunuz. Bu budalalıklara rağmen hayatta kalmak... Her neyse, entelektüel hep bir Ayrılıkçı olmuştur. Ve bir Ayrılıkçı nasıl bir sentez öne sürebilir? Neyse ki ben günlük hayattan çok fazla uzaklaşma imkânına sahip değildim. Buna memnunum. Diğer insanlarla olabildiğince çok şey paylaşmak ve kalan yıllarımı eskisi gibi harcamaktan kaçınmak niyetindeyim. İçinde derin, baş döndürücü bir başlama isteği oldugunu hissetti. 

* Esaret ve can sıkıntısı şehveti körüklüyor olmalı. Ayrıca sahip olunan bölgeyi savunma içgüdüsü cinsellik içgüdüsünden daha güçlü olabilir.

* Gerçek neşe, Epikürcülerin görünüşteki iyimserlikleri ya da kırık kalpli kimselerin stratejik canlılıkları değil. Ayrıca derin acının, yaş odun gibi ağır ağır yanan acının insanı yücelttiğini düşündüğünüzü de biliyorum ve bu konuda da size hemen hemen katılıyorum. Ama bu yüksek eğitim için hayatta kalmak şart. Acıdan uzun yaşamak zorundasınız. Bu tartışmacı tutumu ve büyük adamları kızdırmayı bırak artık! Hayır, gerçekten, Herr Nietzsche, size büyük bir hayranlık besliyorum. Sempati duyuyorum. Bizim hiçlikle yaşayabilmemizi sağlamaya çalışıyorsunuz. Kendimizi iyi huyluluk ve güven gibi olgularla, sıradan insani meselelerle kandırmak yerine kötülüğü evire çevire, her açıdan, amansızca, demirden bir iradeyle, daha önce hiç kimsenin sorgulamadığı gibi sorgulamamızı ve acınası tesellilere kulak asmamamızı sağlamaya çalışıyorsunuz. En mutlak, en yakıcı sorular. İnsanlığı şu anki haliyle reddediyorsunuz; o sıradan, pratik düşünen, çalıp çırpan, leş gibi kokan, aydınlanmamış, körkütük sarhoş ayak takımını. Ama sadece emekçi ayak takımını değil; kitaplarıyla, konserleriyle, seminerleriyle, liberalizmiyle, romantik dramatik "aşkları" ve "tutkularıyla" ondan daha da beter olan "egitimli" ayak takımını da reddediyorsunuz. Bütün bu saçmalıklar yok olmayı hak ediyor ve olacak da. Tamam. Yine de sizin aşırıcılarınız da hayatta kalmak zorunda. Hayatta kalmak yoksa 'Amor Fati' ( Kader Sevgisi) de yok. Sizin ahlak karşıtlarınız da et yiyor. Onlar da otobüse biniyorlar. Tek farkları şu ki, otobüste midesi en çok bulanan yolcular onlar. İnsanlığın başlıca besini, çarpıtılmış fikirler. Çapıtırıldığında sizin fikirleriniz de şiddetle kınadığınız Hıristiyanlığınkilerden daha iyi değil. İnsanlıkla bağlantısını koparmak istemeyen her filozof kendi sistemini önceden çarpıtıp birkaç onyıl sonra neye benzeyeceğini hayal etmeli. Sadece bir sınır bölgesi olan bu yemyeşil, dünyevi aydınlıktan selamlarımı gönderiyor ve her neredeyseniz size mutluluklar diliyorum. Saygılarımla, Maya'nın örtüsünün altındaki M.E.Herzog

* Bence Kierkegaard gerçeğin bizim üzerimizdeki gücünü kaybettiğini ve korkunç bir ıstırabın ve kötülüğün onu bize tekrar öğretmesi gerektiğini; insanlığın yeniden ciddileşebilmesi için Cehennemin ebedi acılarının tekrar gerçeklik kazanmak zorunda olduğunu söylemek istiyordu. Ben buna katılmıyorum. Kriz, yabancılaşma, felaket ve umutsuzluk kavramlarıyla oynayan güvenli, rahat insanların ağzından bu tür fikirler duymanın beni hasta ettigi gerçeğini bir kenara bırakalım. Lanetli bir zamanda yaşadığımız, dünyanın sonunu beklediğimiz gibi düşünceleri, popüler dergilerde rastladığımız bu katıksız saçmalıkları artık kafamızdan atmalıyız. Durum bu tüyler ürpertici oyunlar olmadan da yeterince iç karartıcı. Insanların birbirini korkutması bayağı bir ahlaki egzersiz. Ama asıl meseleye gelecek olursak, acı çekmenin salık verilmesi ve övülmesi bizi yanlış yöne sevk ediyor ve uygarlığa sadık kalmak isteyenlerimiz o yöne gitmemeli. İnsan acıyı doğru şekilde kullanma, tövbe etme, aydınlanma gücüne sahip olmalı; buna vakti ve fırsatı olmalı. Dindar insanların gözünde acı çekme sevgisi şükran duygusunun bir biçimi veya kötülüğü tecrübe edip onu iyiliğe dönüştürmek için bir fırsat. Bu kimseler tinsel döngünün insanın var oluşunda tamamlanabileceğine ve tamamlanacağına; insanın, hayatının son anlarında bile olsa çektiği acının faydasını göreceğine, Tanrı tarafından gerçek ile ödüllendireceğine ve değişmiş biri olarak öleceği ne inanıyorlar. Ama bu özel bir egzersiz. Çoğunlukla acı çekmek insanları kırıyor, eziyor ve hiç de aydınlatıcı bir deneyim degil. Acının insanları ne kadar korkunç bir şekilde yok ettiğin insanlıklarını kaybetmenin neden olduğu istirap da eklenince ölümlerinin tam bir yenilgi olduğunu görüyorsunuz. Sonra da "orfizmin modern biçimleri" ve "acı çekmekten korkmayan insanlar" hakkında yazıp ortaya başka kokteyl partisi tabirleri atıyorsunuz. Neden bunun yerine güçlü bir imgeleme sahip olan, derin hayallere dalıp olağanüstü ve kendine yeten kurmacalar üreten insanların bazen -uyanık olduğunu hissetmek için kendini çimdikleyen biri gibi-mutluluklarına biraz ara vermek için acı çekmeye baş vurduklarını söyleyemiyorsunuz?

* Banowitch adında biri korkunç ve çılgın bir kitap yazmıştı. Oldukça insanlık dışı bir kitap, bütün toplumların temelde yamyam olduğu, ayakta duran insanların oturanları içten içe korkuttuğu, gülümseyen dişlerin açlığın silahı olduğu, zorba hükümdarların çevrelerinde ceset yığınları (belki de yenebilir?) görmeye bayıldıkları gibi iğrenç, paranoyakça hipotezlerle dolu. Ceset üretmenin modern diktatörlerin ve takipçilerinin (Hitler, Stalin vs.) en dramatik başarısı olduğu doğru gibi görünüyor. Sadece -bir deneme, bir deney yapıyordu- Mermelstein'ın içinde bir parça Stalincilik olup olmadığını görmek için. Ama bu Shapiro eksantrik bir adam ve ondan sadece uç örnek olarak bahsediyorum. Uç örnekleri ve felaket kehanetlerini, ateşleri, boğulmaları, boğmaları ve bunun gibi şeyleri nasıl da severiz. Ölçülü, temelde ahlaklı, güvenli orta sınıfımız büyüdükçe radikal heyecan talebi artıyor. Görünüşe göre ılımlı ya da ölçülü dürüstlüğün ya da doğruluğun şu anda hiçbir çekiciliği yok. Halbuki bu tam da ihtiyacımız olan şey! ("Köpek boğulurken ona bir bardak su ikram edersin," derdi babam acı bir ifadeyle.) 

*Bazı kadınlar dürüstlüğü kur yapmak olarak alıyor. Bir çocuk isteyecek. Onunla bu şekilde konuşan bir adamla neslini devam ettirmek isteyecek. Çalışmak. Çalışmak. Gerçek, faydalı işler yapmak...

* Beni ölü imparatorları öğreneyim diye okula göndermemeliydi. "Adım Ozymandias, kralların kralı: /Eserlerime bak, ey Yüce Varlık, ve yeis duy!"* Ama kendi kendine yetmek ve yalnızlık, asalet, bütün bunlar son derece çekiciydi, kulağa son derece masum geliyordu, gülümseyen Herzog'a tasvir olarak çok yakışıyordu. Bu gizli cennetlerde ne kadar çok kötülüğün olduğunu ancak çok sonra keşfediyor insan. İşsiz kalmış bilinç, yazdı kilerde. İşsizliğin yaygın olduğu bir dönemde büyüdüm ve benim için bir iş olabileceğine asla inanmadım. Sonunda önüme bir sürü iş çıktı ama her nasılsa bilincim yine işsiz kaldı. Nihayetinde, diye devam etti ateşin yanında, insan zekâsı evrenin muazzam güçlerinden biri. Kullanılmadan güvenli bir şekilde durması mümkün değil. İnsan yapılan pek çok ayarlamanın sıkıcılığının (örneğin orta ta- bakanın aile hayatı) yeni nesillerin zihinlerini özgür kılmak, onları bilime yönlendirmek gibi tarihsel bir amacı olduğu sonucuna varıyor neredeyse. Ama hayat boyu süren korkunç bir yalnızlık, Leviathan'ın besin kaynağını oluşturan planktondan başka bir şey değil...

(*) Percy Bysshe Shelley'nin "Ozymandias" adlı şiirinin ilk iki dizesi 

* Ben gururlu öznelliğiyle insanlığın toplu ve tarihsel ilerleyişinden kendi isteğiyle elini eteğini çekmiş biriyim. Ve bu kendilerine estetik bir tarz, zengin bir duyarlılık içeren bir tarz seçen alt sınıf oğlanlar ve kızlar için de geçerli. Kitle denen şeyin ezici ağırlığı altında var oluşa dair kendi yorumunu korumaya çalışmak. Marks bu ağırlığı "materyal ağırlık" olarak adlandırmıştı. "Özel hayatım" denen şeyi bir sirke, bir gladyatör dövüşüne çevirmek. Ya da daha uysal eğlence biçimlerine. Kendi "utancınla", kendi geçici belirsizliğinle dalga geçmek ve neden acı çekmeyi hak ettiğini göstermek. 

* Entelektüellerin başına bela olan en temel muamma -yani medeni bireylerin, hayatlarını mümkün kılan medeniyetten nefret etmeleri ve ona içerlemeleri- beni es geçti. Onların sevdikleri şey kendi dehalarının yarattığı hayali bir insan durumu, ki bunun tek hakiki insan gerçekliği olduğuna inanıyorlar. Ne tuhaf! Ama bir toplumda, en iyi davranılan, en çok kayırılan ve en zeki olan kesim genellikle en değer bilmez kesim olur. Ne ki onun fonksiyonu da değer bilmezliktir. İşte bir muamma daha!..

* Sürekliliği düşünmelisin, Bergson'un bahsettiği süreklilik. Biz birbirimizi süreklilik içinde tanıdık. Bazı insanlar birtakım ilişkilere mahkum edilirler. Belki de her ilişki ya bir neşe kaynağı ya da cezadır.

* İnsan ruhu bir amfibi ve ben de onun böğrüne dokundum. Amfibi! Ruh benim bilebileceğimden çok daha fazla element içinde yaşıyor ve öyle sanıyorum ki o uzak yıldızlarda henüz oluşum aşamasında olan maddeler bizden de tuhaf varlıklar yaratacaklar.

* Anlamakta güçlük... bu, hayatlarını hümanist çalışmalara adayan ve bu nedenle de zulmün bir kere kitaplarda anlatıldı mı bitip gittigini hayal eden insanların genel sorunuydu.

* Bütün bunlar ona aşırı derecede alttan alınıyormuş gibi görünmüştü. Herkes son derece itidalli, fazlasıyla kontrollü ve sakindi. Böyle bir sakinlik cinayetin kendisiyle ters orantılı mı acaba diye düşünüyordu. Hakim, jüri, avukatlar ve sanıklar, hepsi duygusallıktan tamamen uzak görünüyordu.

* Sefaletin kokusunu ta caddeden alabilirsiniz; o simsiyah, iğrenç koku açık pencereden dışarı akardı: yatakların, çöplerin, dezenfektanların, böcek ilaçlarının kokusu.

* Acımasız ya da minimal açıklamanın -tutumluluk yasası gereğince- en doğru açıklama olduğuna inanmıyordu. İnsanı hasta eden şiddetli dürtüler, aşk, heyecan, tutkulu bir baş dönmesi. Böyle bir içsel yıkıma ne kadar dayanabilirim? Bu bedenin ön duvarı çöküp gidecek. Bütün hayatım sınırlarını yıkmaya çalışıyor ve engellenen arzuların gücü yakıcı bir zehir olarak geliyor. Kötü, kötü, kötü!.. Heyecanlı, karakteristik, esrik kötülüğe dönüşüyor. 

* Sözleşmemi inatla yanlış okumuşum. Ben asla mal sahibi olmamış, sadece kendime ödünç verilmişim. Tanrı'ya inanmaya devam ettiğim gayet açık. Her ne kadar bunu asla kabul etmesem de. Ama genel tutumumun ve yaşantımın başka ne açıklaması olabilir ki? Dolayısıyla durumu kabul etsem iyi olur çünkü aksi halde en basitinden beni tanımlamak bile mümkün olmaz. Davranışım en başından beri, bütün hayatım boyunca zorladığım, zorlamanın gerekli olduğuna ve bundan bir sonuç çıkacağına inandığım bir engel olduğunu ima ediyor. Muhtemelen önünde sonunda aşabileceğime inandığım bir engel. Böyle bir düşünce kafamda hep yer etmiş olmalı. Bu, inanç mı? Yoksa sadece çocukça bir tutum, görevini yapmanın karşılığın da sevilme beklentisi mi? Psikolojik bir açıklama istiyorsanız, evet, çocukça ve klasik bir biçimde depresif.



20 Nisan 2023 Perşembe

BUDDENBROOKLAR 'BİR AİLENİN ÇÖKÜŞÜ' "THOMAS MANN"

#Buddenbrooklar #ThomasMann 📚


Buddenbrooklar, Alman yazar Thomas Mann'ın ilk romanıdır. Thomas Mann eserini 1900 yılında 25 yaşında tamamlar, eser bir yıl sonra yayımlanır ve 1929 yılında bu eseriyle Nobel ödülünü alır. Mann'ın 'Bir Ailenin Çöküşü' alt başlığıyla kaleme aldığı roman, Kuzey Almanya'da yaşayan bir burjuva ailesinin ve aile ticarethanesinin birkaç kuşak boyunca geçirdiği değişimi ele alır.
Roman 11 bölümden oluşmaktadır ve bu bölümler kendi aralarında da farklı kısımlardan oluşmaktadır. Romanda klasik eserlerde görüldügü gibi kronolojik olarak süregiden olaylar zinciri vardır. 1835 ile 1877 yılları arasını kapsayan romanda, geriye dönüşlerle 1835 öncesi olaylardan da söz edilmektedir.
Romanda burjuvazinin yozlaşmasını, yazarın kendi ailesi gibi bir tüccar ailenin çöküşü anlatılmaktadır. Buddenbrooklar'da burjuvazinin çalışkanlık, görev bilinci gibi değerlerinin yanı sıra lüks düşkünlüğü, avarelik gibi kötü alışkanlıkları da aktarılmıştır; doğumlar, evlenmeler, boşanmalar, ölümler, başarılar ve başarısızlıklar aracılığıyla burjuvazinin portresi ustaca çizilmiştir.
Buddenbrooklar o zamanlar Baltik Denizi sahilinde Lübeck adındaki küçük ve bağımsız bir eyalette buğday ticareti ile uğraşan köklü bir ailedir. Yüzyıllık geçmişi olan şirketin sahipleri, zengin, sorumluluk hissi taşıyan, sosyal etkinliklerde ve siyasette rol alan Buddenbrook ailesinin dört kuşak boyunca yükselişi ve çöküşü realist ve ironik biçimde birçok ana ve yardımcı karakterlerle aktarılmaktadır. Karakterlerin fizikî görünümleri ayrıntılı olarak aktarılırken, son kuşak baba ve oğulun -Thomas Buddenbrook ve Hanno Buddenbrook'un- iç dünyası da derinlemesine analiz edilmiştir.
Thomas Mann romanında sanat ve ticaret arasındaki çatışmayı son iki kuşak arasındaki uzlaşmazlıklar ve çöküşün temel nedeni olarak ortaya koymuştur.

#altınıçizdiğimsatırlar 📝

*Hayatı boyunca yaşamın zorluklarına karşı bir öğretmen sağduyusuyla hep iyi amaçlar için savaşmış ve başarıya ulaşmış biri olarak, küçülmüş ve iki büklüm olmuş vücuduyla, masanın önünde durmuş, inançla titriyordu; cezalandıran ve yürekleri coşturan küçük bir peygamber gibiydi.

* Evet, hayat böyle işte. Çabalarız, didiniriz, tırmanırız ve hep bir şeylerle savaşırız...

* Ellerini yakamdan bir çekseler ne kadar sevinirdim bilemezsin!.. Çeşit çeşit kaygılar taşıyorum, her şey üstüme üstüme geliyor ve ben bunların altından kalkamıyorum. Diyelim ki, parmağımı kestim ve canım acıdı... Başkalarında sekiz günde iyileşen bir yara ben de dört hafta sürüyor. Bir türlü iyileşmek istemiyor, giderek iltihaplanıyor, kötüye gidiyor ve türlü türlü şikâyetlere neden oluyor...

* Hayır, benden hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey istemiyorum. Hatta ünlü olmayı bile istemiyorum. Birilerine haksızlık yaparım diye kendimden bile korkuyorum! Benden bir şey olmaz, hiçbir şey yapamam ben, inan buna.

* Bazen şu ya da bu kişiyi hatırlarız, nasıldır acaba diye düşünürüz, epeydir kaldırımda dolaşmadığı, çoktandır sesini duymadığımız, yaşam sahnesinden sonsuzca uzaklaştığı ve kentin dışında bir yerlerde toprağın altında olduğu gelir aklımıza.

* "Büyük büyük dalgalar; uzaklardan gelip kayalara çarparak nasıl da parçalanıyorlar, peş peşe gelen, hiç bitmeyen, amaçsız, başı boş ve yolunu şaşırmış çılgın dalgalar! Ama yine de insanı sakinleştiriyorlar ve yatıştırıyorlar, basit ve ruh sağlığı için gerekli olan her şey gibi. Giderek denizi sevmeyi öğrendim... eskiden dağları sevmemin nedeni, uzak oluşlarındandı bekli de. Artık oralara gitmek istemiyorum. Korkuyormuşum ve utanıyormuşum gibime geliyor. Oralar çok başına buyruk, düzensiz ve çok değişken... kendimi orada çok zayıf ve mağlup olmuş hissedeceğimden çok eminim. Ne biçim insanlar bunlar, doğrusu merak ediyorum; denizin tekdüzeliğini sevmek nasıl bir şey acaba? Bana göre bu tür insanlar iç sorunlarının karışıklığı ile öyle çok ilgileniyorlar ki, dış dünyadan en azından bir tek şeyi beklemeyi bir gereklilik olarak görüyorlar: Sadelik... dağlara tırmanmak, tepeden tepeye dolaşmak için en azından yürekli olmak gerekir, oysa deniz kıyısında kumsala uzanıp sessizce dinlenilebilir. Ama dağlara ve denize bakışın birbirinden farklı olduğunu iyi bilirim ben. Kendinden emin, inatçı ve mutlu gözler, büyük bir heyecanla, kararlılıkla ve yaşamdan keyif alarak bir tepeden öteki tepeye bakarken, gizemli ve yazgıya teslim olmuş bir tavırla dalgalarını kıyıya yollayan denizi bir zamanlar hüzünlü karmaşanın gereğinden fazla derinliğine inmişçesine süzmektedir... Sağlık ve hastalık, fark burada. En küçük bir zerresi bile yitirilmemiş yaşam gücünü denetlemek için ne olduğunu bilmezmiş gibi sivri tepeli ve yüzeyi yarıklı görüntülerin büyüleyici derinliklerine dalarsın. Fakat dış dünyanın engin sadeliği seni dinlendirir, çünkü iç sorunların karmaşıklığı yeterince yormuştur seni.”

* Böylesine eşsiz hazineleri sayfalarında gizleyen tuhaf kitabın öteki ciltlerini temin etmek şöyle dursun ona bir daha göz atmaya bile vakit bulamadı. Yıllarca kendisini yiyip bitiren aşırı titizliği ve gergin hali bütün günlerini tüketti. Düzeltmek ve tamamlamak için kafa yorduğu önemsiz yüzlerce günlük işlerle boğulmaktan bütün irade gücünü yitirmişti, vaktini daha akıllı ve verimli kullanmayı başaramıyordu.

* Bu yanıltıcı mekân algılama biçimi, zaman ve geçmişi değerlendirme, kendinden sonra gelenlerin kişiliğinde yaşama isteği, bu sonsuzca parçalanma ve ayrışma korkusu... Bütün bunlar onun ruhunu rahatlatıyor ve sürekli öbür dünyayı düşünmesini önlüyordu. Hiçbir şey başlamıyor ve hiçbir şey bitmiyordu.

* Yaşamdan hep nefret mi ettim? Bu temiz, acımasız ve zorlu yaşamdan hep nefret mi ettim ben? Budalalık ve yanlış anlaşılma! Ben kendimden nefret ettim, yaşamın yükünü taşıyamadığım için yalnızca kendimden nefret ettim ben. Ama ben sizleri seviyorum... Bütün mutlu insanları seviyorum, çok yakında dar bir zindana girerek sizlerden ayrı kalmaktan kurtulacağım. Sizlerin sevdiği şey yakında benim içimde olacak ve ben sizlerin yanında ve sizlerle birlikte, sizlerin içinde olacağım... Hepinizin yanında ve içinde!.. 

* Ölünce nerede olacağım? Fakat bu sorunun yanıtı öylesine açık, anlaşılması öylesine kolay ki! Zaman zaman "ben" demiş olan, diyen ve diyecek olan herkesin benliğine yer etmiş bu sorunun yanıtı: "Özellikle de bunu yürekten, güçlü ve neşe ile söyleyenlerin benliğinde..."

* Ben bir embriyonu, bir başlayışı, dünyanın bütün nimetlerini ve olanaklarını içimde taşıyorum... Burada olmasaydım, nerede olurdum! Ben "ben" olmasaydım, kişisel görünüşüm ve bilincim "ben" olmayan her şeyden beni ayırmasaydı, ben kim, ve nasıl biri olurdum! Vücut yapımız! Bizi zorlayan isteklerin kör, süslenmiş, zavallı ve acımaya değer bir biçimde dışarıya vurması! Bu isteğin zamansız ve mekansız bir gecede dilediği gibi hareket etmesi ve yaşam bulması, insanı bir zindanda, aklın titreyen ve sallanan o cılız aleviyle birazcık aydınlanan bir zindanda aç ve sefalet içinde bırakması kuşkusuz çok daha iyidir! 

* Kişilik!.. Sahip olduğu, sahip olabildiği şey insanın gözüne çok yetersiz, küçücük ve can sıkıcı görünür, fakat sahip olamadığı ve ulaşamadığı şeylere özlemle karışık bir kıskançlıkla, nefrete dönüşmesinden korktuğu için sevgiye dönüşen bir kıskançlıkla bakar insan.

* Her insan bir hata, bir yanlış davranış değil miydi? Dünyaya gelir gelmez sıkıntı ve üzüntü içinde geçecek bir esaret zincirine bağlanmıyor muydu? Hapishane! Hapishane yaşamı! Her yerde zincirler ve engeller bekliyor insanı. İnsan, kişiliğinin demir parmaklı penceresinden çaresizce bakar kendisini çepeçevre saran bu hapishane duvarlarına, ta ki ölüm gelip onu evine ve özgürlüğüne çağırıncaya kadar...

* Yaşamın sona ermesi ve bedenin parçalanması mı? Böyle boş kavramlardan korkanlara gerçekten acımak gerekirdi! Neydi sona erecek olan ve neydi parçalanacak, parça parça olacak şey? Senin şu bedenin... şu kişiliğin ve karakterin, hantal, inatçı, kusurlu ve her türlü nefrete layık bu "engel, başka bir şey, daha iyi bir şey olma engeli!"

* Ölüm denen şey neydi? Bunun yanıtını öyle gösterişli sözlerle veremezdi: O bu yanıtı içinde hissediyordu, o ona bütün benliğiyle sahipti. Ölüm bir mutluluktu, öylesine büyük bir mutluluktu ki, ona ancak Tanrı'nın izniyle kavuşulabilirdi, o son derece acı veren yanlış yola sapmaktan bir geriye dönüş, ağır bir yanlışın düzeltilmesi, en korkunç zincirlerden ve engellerden kurtuluştu...

* Koruması gereken makamlar ve bırakması gereken görevler vardı, fakat ele geçirmesi gereken hiçbir şey kalmamıştı. Yalnızca içinde yaşadığı zaman ve basit gerçekler vardı, fakat gelecekle ilgili heyecan uyandıran planları yoktu artık.

* Ulaşmak istediği her şeye ulaşmıştı aslında, eğer böylesine sıradan bir hayatta zirveye ulaşmaktan söz edilebiliyorsa, zirveyi çoktan aştığını biliyordu.

* Gençlik döneminin coşkusu ve heyecan veren o yaratıcı ruhundan eser kalmamıştı. Eğlenirken çalışmak ve çalışırken eğlenmek, yari ciddi ve yarı şakacı bir tutkuyla bir amaca yönelmek, bir şeylere ulaşmak, neşe-kuşku karışımı bir uzlaşma içinde olmak ve bazı yarım kalmış şeyleri tamamlamak için insanın keyfinin yerinde olması ve kendine güven duyması gerekirdi, fakat o kendisini çok yorgun ve bitkin hissediyordu. 

* İnsan yaşamında öyle bir an gelir ki, hastanın yakınları için umut beslemek biraz yapmacık ve gerçekdışı olur. Hastada bazı değişiklikler olmuş, davranışlarında bir tuhaflık, eskisine benzemeyen bir kişilik oluşmuştur. Yanıt vermekte zorlandığımız tuhaf sözler dökülür ağzından, dönüş yolunu kapatan ve ölüme götüren bazı tuhaf sözler. Hasta en çok sevdiğimiz biri de olsa, bütün bunlardan sonra onun yeniden ayağa kalkıp yürümesini isteyemeyiz. Ama o yine de ayağa kalkacak olursa, tabutundan çıkmış bir ceset gibi çevresine korku ve dehşet saçar. 

* İnsan bazen öyle bir ruhsal çöküntü içinde olur ki, olağan durumlarda kızdığımız ve hoşnutsuzluğumuzu gösterdiğimiz her şey, sessizce ve kahredici bir biçimde bir anda bastırılır.

* Kendi kendisine karşı ilgi duyan, kendi duygularını bütün ayrıntısıyla gözlemleyen böylesi insanlar her zaman var olacaktır, örneğin şairler kendi iç dünyalarını coşkuyla ve tüm güzelliğiyle anlatırlar ve böylece başka insanların duygu dünyasını zenginleştirirler.

* "İflas"... ölümden bile daha korkunç bir sözcük, bir karmaşa, yıkılıp yok olma, bir utanç, bir yüzkarası, bir umutsuzluk ve sefalet yumağı...

* Şunu hiçbir zaman gözden uzak tutmamalısınız: Felsefeciler ve edebiyatçılar bir düşünceyi, bir ilkeyi ortadan kaldırınca yavaş yavaş bir kral çıkar ortaya ve bu kral bunu en iyi ve en güzel diye benimseyip ona göre davrandığını sanır... krallar hep böyledir işte!

* Yabancı bir ortamda insan kendisini en iyi yanıyla gösterir, güzel cümleler kurar ve hoşa gidecek sözcükler bulur. Bundan daha doğal bir şey olamaz...