1 Mart 2025 Cumartesi

ORHAN PAMUK " BEYAZ KALE"

 #OrhanPamuk  #BeyazKale 📖

Beyaz Kale, Nobel edebiyat ödüllü Türk yazar Orhan Pamuk'un 1985 yılında yayımladığı tarihsel bir romandır.

Romanın konusu 17. yüzyılda İstanbul'da geçer. Beyaz Kale romanında zaman ve mekan, iki farklı şekilde değerlendirilebilir.

17. Yüzyılda ağırlıklı olarak İstanbul’da geçen eser, Padişah IV. Mehmet dönemini konu alır. Bu dönemin ve mekanın özellikleri, roman üzerinde belirleyici rol oynar.

Henüz Osmanlı çağının gerisinde değildir, henüz Avrupa Osmanlının çok ilerisinde değildir. Bulundukları coğrafyada desenleri farklı olsa da bilim adamları aynı hurafelerle başa çıkmak zorundadırlar. 

Romanda kullanılan ana mekan İstanbul olsa da, zaman zaman farklı bölgeler de hikayenin anlatısı içinde yer alır. IV. Mehmet’in sefere çıkmak ve avlanmak için sık sık gittiği Edirne, Hoca ile Venediklinin Lehistan Seferi’nin de başlangıç noktası olur.

Romana ismini veren “Beyaz Kale” ise, Venedikli ve Hoca’nın yaptığı silahı kullanarak ele geçirmeye çalışacakları Doppio Kalesi’ni ifade eder. 

Napoli'ye yapmakta olduğu bir deniz yolculuğu sırasında Osmanlı korsanları tarafından tutsak edilen bir Venedikli, İstanbul'a getirilerek köle olarak satılır.

Türk korsanlarca tutsak edilen Venedikli ile onu köle olarak satın alan hırslı Türk bilimcisinin Hoca’nın iki kişiden oluşan tek kişilik hayat öykülerinin romanıdır. İki karakter de fiziksel olarak birbirine benzemekte ve zamanla benlik değişimi algıları yaşamaktadırlar. Kitapta ayna metaforu kullanılmıştır. Romanın anlatıcısının iki karakterden hangisi olduğu özellikle kitabın sonunda belirsizlik ile bilinçli bir şekilde okuyucunun hayal dünyasına bırakılmaktadır. Kitaba hakim kurmaca daha başlamadan kendini gösteriyor. Kitabın ithaf edildiği kişi Sessiz Ev romanının bir karakteri olan Nilgün Darvınoğlu, giriş yazısının yazarı da aynı romandan Faruk karakteridir.

#altınıcizdiğimsatırlar 📝

* Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.

* İnsanın kim olduğunun ne önemi var derdim, önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır.

* Tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri.

* Kendimizi tanıyor muyuz, insan kim olduğunu iyi bilmeli.

* Hayır, cesaretim değil, halim yokmuş.

* Bütün evleri, insanları, kalabalığı, neşeyi ve kederi ve sevinci anlamlandırmak kolay değildi. Üstelik tuhaf bir açlıkla gözüm yalnızca ayrıntılara takılıyordu, başkalarının hayatlarına, bir ev içinde kendi yakınlıklarını ve kardeşliklerini yaşayan insanların mutluluklarına, çaresizliklerine, kayıtsızlıklarına..

* İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli.

* Aynı şeyleri acı ve umutsuzlukla yeniden görüyor ve adlandıramadığımız bir yenilgiyi boş yere bekliyorduk sanki.

* Bir düzenin yıkılacağı tahminini yürütmek o düzeni devirmek için fena bir yol sayılmaz.

* Bir zamanlar, ben olan kişi, beni bırakıp gitmişti.

* Ya devlet başa, ya kuzgun leşe

9 Ekim 2024 Çarşamba

ORHAN PAMUK "KARA KİTAP"

 


Kara Kitap 📖 Orhan Pamuk 

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Orhan Pamuk’un ilk olarak 1990 yılında yayınlanmış olan romanıdır. Postmodern tarzda yazılan roman, bireyin kimlik sorununu ele almasının yanında Batı ve Doğu arasında kalan İstanbul’un da kimlik sorununa değinmektedir. Çok katmanlı yapıya sahip olan Kara Kitap aynı zamanda dönem romanı özelliğindedir.

Galip, İstanbul’da yaşayan bir avukattır. Galip’in çocukluk aşkı, amcasının kızı ve karısı Rüya, bir mektup bırakarak nedensiz yere evi terk eder. Galip, onu İstanbul sokaklarında aramaya başlar. Aynı zamanda Rüya’nın üvey kardeşi, köşe yazarı Celal Salik te aynı anda ortadan kaybolmasıyla Galip, onun yazılarından da anlamlar çıkarmaya çalışırak onları bulma gayesiyle İstanbul sokaklarında iz bulmak için dolaşır. Celal Salik’in yazılarıyla hangi ipucunu takip edeceğinin bilinmediği, detaylarla dolu bir dönem portresi çizmiştir.

Galip bu süreç ilerledikçe Celal’in evinde kalmaya, onun elbiselerini ve eşyalarını kullanmaya, onun yerine yazılar yazmaya başlar. 

Yazar, karısını ve Celal’i ararken aslında kendini bulan bir karakter üzerinden kendi olamamak düşüncesine, doğu batı çatışmasına farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Galip romanın sonunda değişmiş olarak kişisel öyküsünü tamamlamıştır.


Altını çizdiğim satırlar 📝 

*Az yaşıyoruz, az görüyoruz, az biliyoruz; bari hayâl edelim.

*Sanki bildiği, ama bildiğini bilmediği bir yerdeydi..

*Kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum ve onların olmamı istedikleri o dayanılmaz kişi olacağıma hiçbir şey olmayayım ya da hiç olmayayım daha iyi diye düşünüyordum.

*Böylece hayatımın ilk yarısını bir başkası olmak istediğim için kendim olamadan, ikinci yarısını da kendim olamadığım yıllar için pişman olduğum için bir başkası olarak geçirecektim.

*İnsanın kendisi olmasına bir türlü izin vermezler, insanı bırakmazlar kendisi olsun diye, hiçbir zaman bırakmazlar.

*Bu sabah uyandığımda aynı kişi miydim ben? Aynı kişi değilsem sorayım o zaman: Kimim Allahaşkına ben?

*Kendi keşfi bütün hayatıydı, bütün hayatı da kendi keşfi.

*Kırk yılın tekinde kendim olabildiğim için, sonunda kendimi sevebilmiştim!

*Arada bir dünyaya bir başkasının gözlerinden bakabilmeyi bilmek gerek, demişler. Asıl o zaman dünyanın ve insanların esrarını kavramaya başlarmış insan..

*Hafızamız, biz yaşlandıkça fazla yük taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği yükler midir, en ağırları mı, yoksa en kolay düşenler mi?

*Bazı şeyleri yalnızca hatırlamayız, bazı şeyleri ise hatırlamadığımızı bile hatırlamayız..

15 Eylül 2024 Pazar

ORHAN PAMUK "SESSİZ EV"


Orhan Pamuk 📖 Sessiz Ev

Sessiz Ev, Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Orhan Pamuk‘un Cevdet Bey ve Oğulları adlı ilk romanından sonra 1983 yılında yayımlanan ikinci romanıdır.

Roman, üç kardeşin babaannelerini ziyaret etmek üzere gittikleri İstanbul yakınlarındaki Cennethisar Kasabası'nda geçirdikleri bir haftayı anlatır.

Orhan Pamuk, Sessiz Ev kitabını 32 bölüm halinde kurgulamıştır. Romanda çoğulcu kahraman bakış açısı ve anlatıcısı kullanılmıştır. Her bölüm farklı karakterlerin gözünden anlatılmaktadır. Romandaki zamanın, 12 Eylül 1980’de yaşanan askerî darbeden kısa bir süre önce geçmesi nedeniyle darbeden önceki siyasî ve toplumsal gerginlikler romanda hissedilmektedir.

Biri tarihçi, biri devrimci bir öğrenci, diğeri de zengin olmayı kafasına koymuş üç torunun, 1980 yazında İstanbul’dan elli kilometre uzakta, Cennethisar’da yaşayan babaannelerinin konağında geçirdikleri bir haftanın öyküsüdür.

Büyükbaba Selahattin Darvınoğlu’nun ölümünden sonra ortak yaşamının eşi Fatma Darvınoğlu tarafından anlatılması ve çok çeşitli hayatların romana dâhil edilip okuyucuya sunulması romanın konusu ve olay öğüsünü oluşturmaktadır.


📌Romandaki baş karakterler: 

*Roman özellikle başkahraman babane Fatma Hanım’ın bakış açısından anlatılır. Doksan yaşında ve çok şey görüp geçirmiş bir kadın olan babane sert mizaçlı, geçmişindeki kalıplara sarılmış, örf adet ve törelere bağlı, doktor eşine rağmen bilimden ve ilerlemeden hayatın değişmesinden rahatsız olan bağnazlikta biridir.

*Büyükbaba Selahattin Darvınoğlu, Meşrutiyet dönemi doktor olan bir aydındır. Batılı düşünce sistemi ile geleneksel değerler arasında bocalayan bir tiptir, ittihatçılar tarafından sürgün edilmiştir. Romanda öldükten sonraki dönemde karşımıza çıkar ve eşinin anlattıkları ile okuyucuya yaşadığı dönem ve kendisi tanıtılır. 

*Fatma Hanım ve Selahattin Darvınoğlu’nun kaymakam olan oğulları Doğan babasının kopyasıdır ve kitapta o da öldükten sonraki dönemde annesi tarafından aktarılır.

*Büyük torun tarihçi Faruk Darvınoğlu, tarihi gündelik olaylarla süslemeyi ve bir edebî metne dönüştürmeyi amaç edinmiştir. Kendisini içkiye kaptırmış, hayatta kaybettiklerini unutmaya çalışan ve gelecekten umudu olmasada tarihi araştırmalarla hayata tutunmaya çalışmaktadır.

*Torunlardan ikincisi Nilgün Darvınoğlu, üniversite öğrencidir, romandaki sol görüşlü kişiler Nilgün şahsında anlatılır. Nilgün, akrabası sağ görüşlü Hasan tarafından aşkına karşılık bulamayınca siyasi görüşü bahane edilerek öldülür.

*Üçüncü torun Metin,Cennethisar’a biraz olsun eski günleri tazelemek ve yeni aşklar yaşamak için gelmiş biri. Kasabadaki arkadaşlarıyla birlikte dolaşıp zaman öldürür. Ve ileride çok zengin olup hayatının kurtulmasını hayal eder.



Altını Çizdiğim Satırlar 📝

* Okumak en iyi şey, oku ve öğren, çünkü yapılacak o kadar çok şey var ki...

* Mide karanlık, bilinmeyen bir alemdir ki bir tek Yunus Peygamber bilir.

* Nedir zaman denilen şey? Nedir çare diye beklediğim?

* Bizde de bir rönesans, bir bilim

uyanışı gerektiğini artık kesinlikle anlamış

vaziyetteyim...

* Çarpım tablosu ezberlemekle olmaz her şey.

*  Bütün bu bilimi biz, yalnız oradan alıp buraya taşımak değil, yeniden bulmak zorundayız.

* Ama, o ruhsuz, ahmak, budalalar bana gülecek diye istediğimi yapamayacak değilim ben!

* Şöyle geliyor bana: Sanki olmasını istediğim şeyler çok yavaş oluyor ve olurken de onları düşündüğüm ve beklediğim gibi olmuyorlar; hepsi sanki beni öfkelendirmek için ağır ağır geliyorlar ve sonra birden bir bakıyorsun, hemen geçip gitmişler bile.

* Ölüm! Düşünürüm, korkarım, çünkü insan merak eder.

* Uzun, upuzun bir hikâye hayat...

* Sanki dünya bana yeni bir şey gösterebilirmiş gibi, bekledim bekledim...

*... balkon o çıkıntının adı, özgürlüğe açılan penceredir ne güzel manzara değil mi

* Gördüğün gibi pencerelere kafes de yaptırmıyorum, ne çirkin söz, kadınlar kuş mu, hayvan mı, özgürüz hepimiz...


1 Ağustos 2024 Perşembe

ORHAN PAMUK "CEVDET BEY VE OĞULLARI"


 #OrhanPamuk 📖 #CevdetBeyveOğulları

Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk'un 1982 yılında yayımlanan, tüccar bir ailenin 1905'ten 1970'e kadar yaşadıklarını ve hikayelerinin etrafında Türkiye Cumhuriyeti'nin toplumsal, ekonomik ve kültürel tarihinin de anlatıldığı ilk romanıdır.

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları'nı yazmaya 1974 yılında başlamış ve 1978 yılında tamamlamıştır. 

Cevdet Bey ve Oğulları, 1979 yılında yayımlanmamış kitapların katılabildiği Milliyet Roman Armağanı'nı kazandı ve birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu'yla (Issızlığın Ortasında) paylaştı.

Bir aile romanı olan Cevdet Bey ve Oğulları, Işıkçı Ailesi'nin hikâyesini anlatır. Işıkçı Ailesi ile birlikte, bu aile etrafında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, dönemin kültürel özellikleri, toplumun orta ve üst gelir sınıflarının dünya görüşleri, yaşam biçimleri, ev hâlleri, aşkları, sosyal ilişkileri, tüketim alışkanlıkları da yer alan kitap bu özelliğiyle 19. yüzyıl romanının özelliklerini taşıyan, klasik bir çağ romanı niteliklerini taşır, toplumun belirli bir tarih dilimi içindeki değişimin panomasını yansıtır.

Cevdet Bey ve Oğulları, Jön Türkler'den başlayarak cumhuriyetin 50. yılına kadar uzanan bir zaman zarfında İstanbul'un ve Türkiye'nin toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasî durumunu da betimler. Roman, bir yandan Türk edebiyatında ilk defa yüksek gelir sınıfına mensup, zengin bir burjuva ailesinin günlük hayatını, alışkanlıklarını, gelenek ve göreneklerini anlatırken, diğer yandan da 1930 ile 1970 yılları arasında, varlıklı kesimin yaşadığı Nişantaşı semtini, yine Türk edebiyatında ilk defa, içerden ve tarafsız bir bakışla tasvir eder.

Roman, Türkiye’nin modernleşme sürecini burjuva bir ailenin gözünden anlatmaktadır. 

Alaturkalık ve alafrangalık arasında yaşadıkları çelişkiler; düzen vegelişimle birlikte uğradıkları çeşitli hayal kırıklıklarıyla birlikte aktarılmıştır.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra gerçekleştirilen ve sosyal hayata etkisi olan inkılaplar romanda söz konusu edilir. Işıkçı ailesinin bu süreçte yaşadıkları, üç kuşağın etrafında şekillenir. Sosyal yaşamdaki bu değişimlerin, aile ve kadınların üzerindeki etkisi de söz konusudur. Batılılaşan aile yapısı, Nişantaşı ve çevresindeki zengin aileler anlatılırken kadınların sosyal yaşam içindeki yerleri de ele alınmıştır. Romanda kadının evlilik hayatındaki yeri, çalışma hayatı içindeki konumu ve eğitimine dair dönemin yapısını sunan bilgilere yer verilmiştir.  Cumhuriyetin etkisiyle dönemin Türkiye'sinde kadının yeri vurgulanmıştır.

 Cevdet Bey'in ve oğullarının günümüze uzanan hikayesi bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti'nin özel hayatının da hikayesedir. Kitap Thomas Mann'ı ilk romanı Buddenbrook'lardan esinlenerek kaleme alınmıştır.


#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

*İnkılâp nedir düşünün. İnkılâp halkın hayrına olanları, halka rağmen, fakat halk için, halka getirmek işidir...
* "Burası Türkiye!” dedi. “Gerçeğin kendisiyle değil, kötü bir taklidiyle karşı karşıyayız!”
* “Ben devletin değil, memleketin iyiliğini istiyorum!” dedi.
“Biliyorum, biliyorum! Ama siz bunların birbirinden ayrılmadığını, üstelik devletin önde geldiğini bilmiyorsunuz!”
“Biliyorum, belki bu doğru olabilir, ama ben buna göre davranamıyorum!”
* Türkiye'de resim yapmak, insanın bağıra bağıra konuşması gereken bir ülkede dilsizliği seçmek gibi bir şey.
* Son zamanlarda, suçluluk duyan insanlar gibi, kendi hayatını başka hayatlarla karşılaştırdığını, nerede yanlış yaptığını bulmak ya da başka yanlışlar yapmamak için başka hayatlardan örnek alınması gereken sonuçlar çıkardığını, bunu da çoğu zaman farkında olmadan yaptığını biliyordu.
* Ben bu evin içinde huzursuzum... Sonra işimden de memnun değilim... Yeni bir hayat...
* "Ben ne olmak istemediğimi biliyorum, ama ne olmak istediğimi bilmiyorum!" diye düşündü.
* Beni böyle görüyorlar... İyi, saf, dürüst... İnsanın başka bir özelliği olmayınca başkaları ondan öyle söz eder: İyi insan.
* İdealizm iyi şeydir, ama bana kalırsa hayatta elle tutulur bir şey yapmak daha iyi bir şeydir!
* Zaman yavaş aksın istedi. Her şey yavaş yavaş değişsin, yeni eskiyi hoşgörüyle karşılasın, herkes çevreyi saran şu zamandan ve varlıktan hoşnut olsun, kimse kimseye fazla dikkat etmesin istedi.
* Doğru olan tek şey şu: Artık eskisi gibi olamam !



3 Ocak 2024 Çarşamba

FRİEDRİCH NİETZSCHE "BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT"

 


#BöyleBuyurduZerdüşt 📖

Alman filozof Friedrich Nietzsche'nin insanın aşılması gereken bir varlık olduğu fikrini ortaya attığı kitabı "Böyle Buyurdu Zerdüşt"; 1883-1884 yılları arasında  'insan', 'Tanrı', 'ahlak' temalarına odaklanarak üç bölüm olarak yazdığı ve Batı'nın düşünce tarihine sistemli bir saldırı başlatmak için 1885’te dördüncü bir bölüm eklediği felsefi romanıdır.

Felsefi bir başyapıt olarak nitelendirilen eser geçmişteki filozofların ne öğretilerini sürdürmüş ne de üstüne koyarak devam ettirmemiştir, tüm öğretileri bir tarafa bırakmış kendi felsefi fikirlerini geliştirerek yeni bir kimlik belirlemiştir. Yazar bu romanı, Batı felsefesi geleneğinde alışılagelmişin dışında çıkarmış çok daha ötesine geçirmiştir.

Nietzsche, önemli gördüğü fikirlerini romanında kurgusal bir hikaye oluşturarak aktarmıştır. Metinde, Zerdüşt karakteriyle dine atıflarda bulunur ve bunu yaparken de sert bir dille basmakalıp pek çok fikri eleştirir. Kitabın kahramanı Zerdüşt karakterini yeni bir öğretiyle donatarak hedeflediği 'üstüninsan'a nasıl erişileceğinin yollarını aramış ve 'üstüninsan'la hayatın sonsuz yaşama doğru evrileceğini aktarmıştır. Zerdüşt inançlara, törelere, toplumsal değerlere bağlı kalanları eleştirir, kendi istemini kendi belirleyen ve  boyun eğmeyi reddeden insanları savunur. Yeni değerlerin üretilmesi için, var olan eski değerlerin hiçe sayılması gerektiğini ve yaratılan yeni değerlerinse tekrar tekrar kendini aşmak zorunda olduğunu, hiçbir değere bağlı kalınmadan 'Üstinsan'a doğru sürekli yol alınması gerektiğini savunur. Zerdüşt bir yol gösterici, öğretici olarak algılansa da kişilerin kendi düşüncelerini üretmesi gerekliliğini, kişinin 'Üstinsan'ı kendisinin var etmesi gerektiğini özellikle belirtir. Ermiş olarak nitelendirilen Zerdüşt karakteriyle kurgusal bir hikayeyi betimlerken sorular soruyor ve cevap niteliğinde alt başlıklarla açıklamalar yapıyor, aforizmalarla da kimi zaman cevaplar veriyor bazen de cevaplar arıyor. İnsanlığa kendisini aşması için hem yol gösteriyor hem de kendi yolunu insanın kendisinin bulmasını da salık veriyor. Böylece kendi yolundan gelinmesine de karşı çıktığını da anlatmaya çalışarak insanın özgürlüğünü koruması gerektiğini, kendi tercihlerini kendi iradesiyle yapmasını ikilem içinde bile vurguluyor.

Alman filozof Friedrich Nietzsche hem yaşadıkları olaylarla hem gözlem gücü hem düşünce dünyasının zenginliğiyle şekillenen fikirlerini insanlara kabul ettirme niyetiyle değil  aksine onların da sorgulanıp yeni fikirlere gebe olmasını amaçlayarak kaleme aldığı 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' felsefenin gücünü edebi dille sunarak şiirselliğini de yansıtmayı başarmıştır.



#Altınıçizdigimsatırlar 📝

* "İnsan ne kadar zavallı," diye düşündü, "ne kadar çirkin ve hırıltılı ve ne kadar gizli bir utançla dolu.

* "Yaşamak niye? Her şey boş. Yaşamak saman dövmektir, ya şamak kendini ateşe vermek ve yine de ısınamamaktır."

Böylesi zamanı geçmiş lakırdılar hâlâ "bilgelik" sayılıyor, hatta eski ve küflü olduğu için daha çok saygı görüyor lar. Çürüme de asilleştiriyor.

Çocuklar böyle konuşabilirler, onlar kendilerini ateşten sakınırlar, yandıkları için. Bilgeliğin eski kitaplarında pek çok çocukluk var.

Sürekli "saman döven birisi, dövmeyi nasıl karalayabilir. Bunu yapan budalanın ağzını bağlamak gerekir.

Böyleleri sofraya oturur ve yanlarında hiçbir şey, hatta iyi bir iştahı bile getirmezler. Sonra da "Her şey boş," diye yakınırlar.

* İktidar hırsı: Büyük hor görünün, şehirlerin ve imparatorlukların yüzüne karşı "Çekil git!" diye vaaz veren korkunç öğretmeni, ta ki içinden bir ses "Kendim çekilip gideyim!" diye haykırana kadar.

* İktidar hırsı: İnsan, onun bakışının karşısında sürünür, eğilir, kullaşır ve yılan ve domuzdan bile daha aşağılaşır, ta ki içinden büyük bir hor görü haykırana kadar.

*İktidar hırsı: Her türlü çürümüşlüğü ve kofluğu yıkıp parçalayan deprem, süslenip püslenerek ayıbı örtülen mezarların üzerinden gürleyerek geçen cezalandırıcı, erken verilmiş cevapların arkasında yanıp sönen soru işareti.

*İktidar hırsı: En kibirli halklara koyulan kinci fren, her ata ve her gurura binen müphem erdemin aşağılanması.

* İktidar hırsı: Katı yüreklilerin en katılarının elindeki alev kırbacı, en gaddarların kendileri için sakladığı korkunç işkence, canlı ölülerin yakıldığı odun yığınının karanlık alevleri.

* Ebedi olan her şey bir sanıdır. Ve şairler çok fazla yalan söylerler.

*İnsan hep bir öğrenci olarak kalırsa, öğretmenine borcunu ödeyemez.

*Bin yılların yalnızca mantığı değil, çılgınlığı da içimizde kendini gösteriyor. Vâris olmanın tehlikeleri var.

Hâlâ adım adım tesadüf denilen devle savaşıyoruz ve tüm insanlık üzerinde şimdiye değin hâlâ aptallık, anlamsızlık hüküm sürdü.

*"Arayan insanın bizzat kendisi kolayca kaybolabilir. Her türlü yalnızlık kötüdür," der sürü. Ve sen uzun zaman sürünün parçasıydın.

*Sizin şölenlerinizi de sevmiyorum, çok fazla rol yapan oluyor; seyircilerin bile çoğu zaman oyuncu gibi davrandığını gördüm.

* Yükseklere çıkmak istiyorsanız, kendi bacaklarınızı kullanın! Kendinizi yükseklere taşıtmayın, başkalarının sırtına veya başlarının üstüne çıkmayın!

*"Neresi benim yurdum?' Hep bunu kendime soruyor ve arıyordum, arıyorum, fakat bulamadım. Ah ebedi Her Yer, ah ebedi Hiçbir Yer, ah ebedi Nafile!"

*Bir şeye son vermek, yeni bir mısra yazmaktan daha fazla cesaret gerektirir. Bunu bütün doktor ve şairler bilir.

* Hep aynıdır zayıf insanların tarzı, yollarında kaybolurlar ve sonunda da yorgunlukları "Ne diye bu yollara düştük ki? Hiçbir anlamı yok!" diye sorar.

Kulaklarına hoş gelir "Bu sıkıntıya değmez. Hiçbir şey arzulamayın!" diye vaaz edilmesi. Oysa bir kölelik vaazıdır bu.

* Bazıları bir avuç adaletlerinden gurur duyar ve onlar uğruna o kadar çok suç işlerler ki, dünya onların adaletsizlikleri içinde boğulur.

Ah, şu "Erdem" sözcüğü birisinin ağzına bu kadar mı yakışmaz! "Adilim" demeleri kulağa "Adiyim" diye çalınır.

*İdrak eden kişi şöyle der: Utanç, utanç, utanç, bundan ibarettir insanın tarihi.

*Neye benzediğini öğrenmek için, dostuna hiç uyurken baktın mı? Dostunun yüzü neye benzer acaba? Dostunun yüzü, kaba ve kusurlu bir aynada gördüğün kendi yüzündür.








19 Kasım 2023 Pazar

MİHAİL ŞOLOHOV "DURGUN DON"

 


Ve Durgun Akardı Don...

1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Rus yazar Mihail Şolohov'un dört ciltlik epik romanı Durgun Don, 20. yüzyıl Rus ve Dünya Edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Eser, Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Rus İç Savaşı sırasında Don Kazaklarının yaşamlarını ve mücadelelerini anlatmaktadır.

Roman; bir Kazak ailesi Melehov'lar etrafında döner ve çarlığın yıkılışı, Rusya'da iç savaş ile devrim sürecini onların yaşamları, ilişkileri, kültürleri ve geleneklerinin etrafından okura aktarır. Romanın kahramanı bir Kazak köylüsü olan Gregor Melehov'dur. Gregorun gençlik dönemindeki köy yaşantısı ardından katıldığı l. Dünya Savaşı sırasında cephede yaşadıkları ile değişen duygu ve düşünce dünyası ve sonrasında çarlığın yıkılışıyla onunla birlikte Kazakların yaşadıkları ile çöken ruh hali analiz edilmiştir. Devrim sürecinde aile fertleri, akrabalar, aynı köyün kentin insanları karşı karşıya gelir, savaşın neden olduğu ölümler onca yuvayı yıkarken bu sürecin etkileri, ana kahraman Gregor'a yaşamı sorgulama imkanı verir ve savaşın yıkımlarıyla birlikte iç dünyasına da çelişkiler doğurur.

Roman dört ciltten oluşmaktadır; ilk cildinde Kazakların gelenek görenekleri köy hayatı anlatılırken, ikinci ciltte Şubat ve Ekim Devrimleri'nin Kazaklar üzerindeki yansımaları aktarılır. Romanın üçüncü cildi Yukarı Don Ayaklanması ile devam eder ve dördüncü, son cildinde bitmek bilmeyen savaşın trajedilerinin yansımalarının aktarımı ile son bulur.

Şolohov, devrim öncesi ve sonrası Rus yaşamını, özellikle de feodal değerlere ve Çar'a bağlılığını sürdüren Kazakları betimlerken birey ve toplum ilişkilerini irdeleyerek kurgular.

Durgun Don'un ana kahramanı Gregor Melehov'un köy hayatına, doğaya, bağımsızlığa tutkusuyla birlikte, haklarını almak için başkaldırıp sınıfsal farkındalığı kavramak arasında çelişkili duygular arasında sıkışıp kalır.

Romanda, aşk, tutku, sadakat ve namus kavramları da güçlü bir biçimde kendisine yer bulur. Gregor'un yasak aşkı Aksinya arasındaki gelgitlerle devam eden ilişkisi de romanın önemli bir temasıdır. İki aşık geleneklerin baskısına kâh boyun eğer kâh mücadele ederler. Gregor'un komşularının karısı Aksinya ile ilişkisine son vermesi için ailesi, çocukluk arkadaşının kızkardeşi Natalya ile evlendirir. Aşk, tutku ve sadakat kavramları Gregor, Aksinya ve Natalya karakterleri üzerinden işlenirken, onların etrafında, bu çetrefilli ilişkilerin yaşandığı Kazak köyünün namus kavramı da betimlenir.

Roman, yazara Lenin Nişanı ve Stalin Ödülü’nü kazandırırken, Şolohov 1965 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.



Altını çizdiğim satırlar 📝

* Yaşam ana yatağından çıktı mı, birçok kola ayrılır. Aldatıcı, dolambaçlı gidişi içinde bir daha hangi yatağa yerleşeceğini önceden kestirmek güçtür. Bugün kumlu bir yatak üzerinde, dibi görünecek kadar sığ, minicik bir dere halinde akar, yarın kabarır, yatağını doldurur.

* Savaş ve Barış'ta, Tolstoy, karşı karşıya gelen ordular arasındaki bir çizgiden söz eder; yaşayanlarla ölüleri birbirinden ayıran bilinmeyenin çizgisidir bu.

* İstesen de istemesen de saçınızdan tutup sürüklerler bizi savaşa.

* Mezarları otlar nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar. Rüzgar gidenlerin izlerini nasıl silerse, zaman da öylece, sevdiklerinin dönmesini boş yere beklemiş olanlarla, hep boş yere bekleyecek olanların müthiş acılarını ve anılarını alır götürür, çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünyada hiç kimseye uzun bir zaman bağışlanmamıştır.

* "Söylediği sözlere bak şunun! Tanrıdan da korkmuyor..."

"Tanrı mı? Artık ondan bana bir hayır gelmez. Zaten bütün ömrüm boyunca hep benimle uğraştı..."

* Hayatta kendinden esirgeyemediği tek bir şey vardı: Kitap; İş kitap satın almaya geldi mi akan sular dururdu. Severdi okumayı.

* Savaşın ilk günlerinde kendisine azap veren o acıma duygusunun artık hiç kalmadığını hissetmişti. Yüreği sertleşmiş, suyu çekilmiş bir tuzlu bataklık gibi katılaşmıştı; tuzlu bataklık nasıl suyu emmezse, onun yüreği de öylece, acıma denilen şeyi içine almaz olmuştu. Buz gibi bir yürekle, kendi canını da başkalarının canını da hiçe sayarak, şan ve şerefe boğulmuştu.

* Öylesine müthiş, öylesine azgın bir sevinç kaplamıştı yüreğini ve içine öyle bir gücün, öyle bir azmin aktığını hissediyordu ki, elinde olmaksızın gırtlağından ıslık gibi bir hırıltı koptu. İçinde hapsolan bütün gizli duygular boşalmıştı şimdi. Bundan böyle izleyeceği yol en sonunda gözünün önünde aydınlanıvermişti; bozkıra düşen ay ışığı gibi.


Tezek yığınları arasında bir hayvan gibi saklanıp, dışarıdan gelen her insan sesiyle, her gürültüyle irkildiği o kahredici günlerde her şeyi tartmış, her konuda kararını vermişti. Gerçeği aradığı, kararsızlıklar geçirdiği, istiraplı iç mücadeleleriyle oradan oraya döndüğü günleri hiç yaşamamıştı sanki. Altından geçtikleri bir bulut gibi, o araştırmaları da şimdi ona amaçsız, boş görünüyordu. Bu kadar düşünecek ne vardı sanki? Ruhu kovalanan bir kurt gibi bir kaçış yolu bulmak, çelişkileri çözmek için heden çırpınmıştı öylesine? Yaşam saçma denecek kadar, akil ermeyecek kadar basit görünüyordu. Bütün insanların kanadı altına sığınabileceği bir gerçeğin hiçbir vakit var olmadığına inanıyordu şimdi; artık o, herkesin yolunun ayrı olduğunu düşünüyordu. İnsanlar ezelden beri bir ekmek parçası, bir toprak parçası, bir parça yaşama hakkı için dövüşmekteydi ve güneş üstlerinde parladığı, damarlarındaki kan ılık ılık aktığı sürece de dövüşeceklerdi. Onu canından etmek, yaşama hakkından yoksun bırakmak isteyenlerle dövüşmek, hem de azimle kararsızlığa düşmeden, nefretin soğuk çeliğiyle dövüşmek gerekti. Duygularına gem vurmamalı, onları başıboş bırakmalıydı.

* Cephede huzursuzluk baş gösterince -ki bu kaçınılmaz bir şeydir; askerler savaşmaktan bıkınca, kaçma olayları artınca- ayaklanmaları bastırmak için Kazaklar kullanılacak. Hükümet Kazakları elinde bir taş gibi saklıyor. Zamanı gelince devrimin kafasını bu taşla ezmeye kalkacak.

* "Bu generaller de bir şeyi akıllarından çıkarmasa iyi eder: Devrimden sonra halk çok değişti, hatta yeniden doğdu da diyebilirsin. Oysa subaylar hâlâ eski kafayla gidiyor. Korkarım yakında kafalarını taşa çarparlar... Hepsinin eklemleri tutulmuş bu subayların. Bunların beyinlerine biraz makine yağı sıkmalı ki gıcırtısı kesilsin."

"Ne demek istiyorsun?"

"Demek istiyorum ki, bunlar hâlâ eskisi gibi kabarıyor. Mesela ben, Alman savaşından beri subay olarak görev yapıyorum. Bu rütbeyi de kanım pahasına elde ettim! Ama ne zaman bir mektepli subay toplantısına gitsem, kıçımdaki donla ayazda kalmış gibi hissediyorum kendimi. Heriflerin bana karşı takındığı tavrın soğukluğu sırtımdaki tüyleri ürpertiyor!...

Ben onların gözünde beyaz bir köleyim. Bir onların bir de benim ellerime bak... Benimkiler el değil, at toynağı! Onlar görgülüdür, bastıkları yeri bilir, ama ben odaya girdim mi, ayağımın takilmadığı yer kalmaz. Onlar tuvalet sabunu, kadınların süründükleri her çeşit boya ve krem kokar ama ben at sidiği kokarım, ter korkarım. Onların hepsi okumuş kişilerdir, ama ben bir kilise okulunu zar zor bitirmiş biriyim. Tepeden tırnağa yabancıyım onlara. İşte bu yüzden oluyor bütün bunlar! Ne zaman yanlarından ayrılsam, yüzüme bir örümcek ağı yapışmış gibi hissediyorum kendimi; her tarafım karıncalanıyor, huzurum kaçıyor ve gidip yüzümü yıkamak istiyorum."

* Aslında olanlar neydi? Henüz hemcinslerini öldürmekte ustalık kazanamamış insanlar, ölüm meydanlarına itilmiş ve bu insancıklar, çevrelerini saran ölüm korkusu içinde hücuma kalkmış, gözleri dönmüş bir halde ve ne yaptıklarının farkında bile olmaksızın birbirlerini vurmuş, birbirlerini kesmiş biçmiş, atlarıyla birlikte sakatlanmış ve içlerinden birinin vurulup ölmesi üzerine de dönüp kaçmıştı. Maneviyatları kırılmış olarak, ruhen çökmüş olarak kaçmışlardı.

İşte, kahramanlık destanı denilen şey!






31 Ekim 2023 Salı

Pulitzer Ödüllü ABD’li yazar Upton Sinclair, 1906 yılında yazdığı ve dilimize 'Şikago Mezbahaları' adıyla çevrilen 'The Jungle' adlı eseri büyük yankı yapmış ve kamouyunun dikkatinin mezbahalardaki sağlıksız çalışma koşullarına çekmiştir. Eserin yayınlanmasından hemen sonra ABD'deki et sektöründe iyileştirme çalışmaları başlamış ve konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmıştır.

Upton Sinclair 'Şikago Mezbahaları' kitabı kapitalist sisteme ağır bir eleştiri getirmektedir. Amerikan toplumunun sanayi devrimiyle birlikte makinalaşması topluma gelişme ve refahlık yerine işçilerin yaşam şartlarını sıkıntıya sokmuş topluma buhran getirmiştir; bencillik, rekabet ve ahlaksızlık kolkola girmiştir, ayakta kalmak için güçlü olmak, güçlü olmak için de sömürme yolu seçilmiştir. Kitapta da kapitalizmin aç gözlü rekabetçiliği yerilir; ayakta kalanların en güçlüler değil en ahlaksızlar olduğunu ve iş verenlerin bu şartlarda işçilerin nasıl kanını emdiğini göstermiştir. Yazarın amacı özellikle gıda sanayisini eleştirmek değil kapitalist sistemin kâr üzerine dönen çarklarına dikkat çekmek olsa da okuyuculara gıda sanayisinin iç yüzünü göstermekten de geri kalmamıştır. 

Upton Sinclair, sendikal hakların henüz olmadığı, kapitalist sömürünün içinde yılmadan yaşam mücadelesi veren, yavaş yavaş bilinçlenen ve karşı mücadeleye geçen başkarakter Jurgis’in öyküsünü kasvetli bir kurguyla fakat gerçeğin en sert hâlini yüzümüze vurarak aktarır.

Sanayi toplumu içindeki çaresiz yoksulluğu anlatan roman toplumsal bunalım, kitlesel yoksullaşma dönemlerine ayna tutmuştur.



#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

* O günlerde uygarlığın nasıl bir şey olduğunu her zamankinden daha net gördü; kaba güç dışında hiçbir şeyin geçerli olmadığı bir dünya, güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen.

*Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu, elleri kolları bağlanmıştı, kanunlar onlara karşıydı, toplumun işleyiş biçimi tamamen başlarındaki zalime hizmet ediyordu.

* Fakat durum içler acısıydı çünkü hiç de adil olmayan bir savaştı; bazıları öyle avantajlıydı ki!

* Ticari rekabetin hüküm sürdüğü toplumlarda para zorunlu olarak bir üstünlük gösterge­si, müsriflik temel güç kriteridir.

*Devlet mi? Devletin amacı mülkiyet haklarına muhafızlık etmek, statüko­ nun ve modem sahteciliğin sürekliliğini sağlamaktı. Evlilik mi? Evlilik ve fuhuş bir madalyonun iki yüzü, yırtıcı insanın cinsel hazzı sömürme biçimiydi. Aralarında sadece sınıf farkı vardı. Parası olan bir kadın kendi şartlarını kabul ettirebilirdi: Eşitlik, evlilik sözleşmesi, çocuklarının meşruiyeti, yani mülkiyet hak­ları. Parası yoksa, proleter sınıftansa, var olabilmek için kendini satardı. Bir de Şeytan'ın ölümcül silahı olan Din konusu vardı. Devlet maaşlı kölenin bedenine zulmederken, Din zihnini ele geçirir ve gelişim ırmağını kaynağından zehirlerdi. İşçi sınıfı ge­lecek umudunu korumaya çalışırken, bir yandan cepleri boşal­tılırdı; tutumlu olmayı, tevazuyu, itaati -kısacası kapitalizmin bütün sözde erdemlerini- öğrenerek büyümelerini sağlardı. 

*Devrimciler melek değildi; onlar da erkekti ve üstelik sosyal uçurumun en dibinden üzerlerine bula­şan balçıklarla birlikte çıkmış adamlardı. Kimileri içiyor, kimile­ri küfrediyor, kimileri turtayı bıçağıyla yiyordu; öteki insanlarla aralarında tek bir fark vardı: Onların umudu ve uğruna savaşa­cak , acı çekecek bir davaları vardı.

*Filozoflar üzerinde akıl yürütmüş, peygamberler lanetlemiş, şairler ağlayıp yakarmışken, bu korkunç Canavar hala serbestçe ortalıkta dolaşıyor! Okullarımız ve üniversitele­rimiz, gazetelerimiz ve kitaplarımız var; hem gökyüzünü hem de dünyayı inceledik, ölçüp biçtik, irdeledik, aklımızla anladık; ve hepsi insanları birbirlerini yok etmeye yarayacak silahlarla donatmaya yaradı! Adına Savaş diyor, geçiyoruz... bari sizler basmakalıp sözlerle ve geleneklerle beni geri çevirmeyin... be­nimle gelin, bana katılın.. . farkına varın! Mermilerle delik deşik, patlayan bombalarla paramparça olmuş cesetleri görün! İnsan etini delen süngünün sesini duyun; acılı inleyişlerle çığlıkları duyun, öfke ve nefretle birer iblise dönüşmüş adamların acıyla buruşmuş yüzlerini görün!

* İşçiler, işçiler; yoldaşlar! Göz­lerinizi açın ve çevrenize bakın! O kadar uzun zamandır cehen­nem ateşinde yaşıyorsunuz ki duygularınız körelmiş, ruhunuz uyuşmuş durumda; ama hayatınızda bir kez olsun yaşadığınız bu dünyayı fark edin...

* Kimi hapishanelerde siz parmaklıkların ardındasınızdır, istediği­niz her şey dışarıda; kimilerindeyse siz dışarıdasınızdır, istenen şeyler parmaklıkların ardında.

* Seçim günlerinde bütün bu yoz­laşmış suçlular tek bir güç haline geliyordu; bölgedeki oy oranı­nı yüzde birlik yanılma payıyla söyleyebiliyor ve bir saat içinde değiştirebiliyorlardı.

* Bu adamlar kendi rızaları olmadan bu can pazarının içine doğmuş, ellerinden başka bir şey gelmediği için bunun bir parçası olmuştu; hapiste olmak onları utandırmı­ yordu çünkü oyun başından beri adil değildi, zarlar hileliydi. Milyonlarca dolarla üçkağıtçılık yapanların tuzağa düşürüp bir kenara attığı, ufak paralarla üçkağıtçılık yapan hırsızlardı onlar. 

* Adaletmiş; yalandı, yalan, korkunç, vahşice bir yalan; karanlık, mide bulandırıcı, ancak kabuslara yaraşır bir şeydi. Sahte ve iğrenç bir oyundu. Adalet diye, hak diye bir şey yoktu; yalnızca güç, zorbalık, kayıtsız ve kontrol­ süz bir keyfilik ve güç vardı!

* İnsanın kendi başının çaresine bakması gerektiğini, sırtınız yere gelirse çığlıklarınızı kimsenin duymayacağını bilecek kadar da görmüş geçirmiş biriydi.

* O günlerde uygarlığın nasıl bir şey olduğunu her zamankinden daha net gördü; kaba güç dışında hiçbir şeyin geçerli olmadığı bir dünya, güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen.