16 Ağustos 2023 Çarşamba

SAUL BELLOW 'HERZOG'

 📚




Herzog, Nobel Edebiyat ödüllü yazar Saul Bellow'un başkahramanının mektuplarından oluşan 1964 tarihli romanıdır. Kurgu dalında ABD Ulusal Kitap Ödülü'nü ve Prix International'ı kazandığı eserinde misyonu "kendini geliştirmek" olan gergin ve dikkati dağılmış Profesör Herzog'un evlat, kardeş, koca, baba, sevgili, yazar, akademisyen olarak başarısız olmasını ve bu gerçeklerle yüzleşmesini konu ediyor. Bozulan evliliklerinin, kötüye giden kariyerinin, tatsız hatıralarla iştigal olan hafızasında çocukluğunun sahnelerini onu ziyaret ederken ruh hali büyük dalgalanmalar ve kaymalarla değişir, şiddet veya umutsuzluk arasında debelenir. Roman boyunca yer alan geri dönüşlerde, Herzog'un hayatının kritik ayrıntıları gün ışığına çıkar.

Olaylar okuyucuya birinci ve üçüncü şahısın raporu arasında gidip gelerek aktarılır; hem 'O' ile nesnel hem 'Ben' ile acı çeken bir benlik.

Herzog'un sadece kadınlar ve arkadaşlarla değil, toplumla ve kendisiyle olan ilişkileri de romanın ana temasıdır, kendi düşünceleri ve düşünce süreçleri yazdığı mektuplarda açıkça ortaya konulmaktadır. Mektuplarından bazıları şakacı, bazıları sert ama hepsi sentimental bir ruh haliyle oluşturulmuş ve psikoloji kalıplarını üstüne püskürtmüştür, her şeyi kuşatan bir farkındalığın içinde geçmiş ve günümüz arası bir medcezir oluşturmuştur. Korkunç uçurumlarla dolu bu çağda yer alıp hayatta kalmak için insanlar geçmişten de medet umar ve kurulan köprüde değişen pek çok şey görülerek yol almaya çalışırken günümüzde de aşk gibi adalet gibi kavramların önemli olduğu hem duygusal hem entelektüel cesaretin önemi vurgulanır.

Fikirlerin dünyası ile gerçek dünyanın sürekli olarak birbirine karıştığı romanda İlişki zorlukları, entelektüel başarısızlıklar ve bazen delilik gibi görünen bir hikaye olan Herzog; yalnızca fikirler dünyasında yaşamanın potansiyel risklerine değinir.

Yazar, en keskin eleştirisini, hepimizin altında yaşadığı şiddet tehdidiyle başa çıkmaya çalışan kişilerin ilaç bulma yolu ve yöntemi üzerine yapıyor.

Roman, Herzog'un batı Massachusetts'teki Berkshires'da kurgusal bir kasaba olan Ludeyville'deki evinde başlar. 

Roman, ilk eşini terk ettiği ikinci karısı tarafından boşanmasının ardından orta yaş krizi yaşayan kırk yedi yaşındaki Moses E. Herzog'un hayatından beş günü konu alıyor. İlk karısından bir oğlu, ikici karısından bir kızı olan Herzog'un aynı zamanda bir kadınla ilişkisi sürmektedir.

Herzog, boşanmasın sarsıntısıyla zamanının çoğunu zihinsel olarak tasarladığı ve asla göndermediği mektuplar yazarak geçirir. Bu mektuplar sevip-sevmediği tanıdıklarına, arkadaşlarına, eski dostlarına, aile üyelerine ve ölüler de dahil olmak üzere, Herzog'un hiç tanımadığı tarihi kişilikler, filozoflar, psikologlar gibi ünlü şahsiyetlere de yöneliktir. Herzog, başkalarının başarısızlıkları veya sözleriyle kendi hayal kırıklığını ifade etmeye çalışırken, başkalarını hayal kırıklığına uğratma şekli için kendini sorgulamaktadır.

Herzog boşandığı ikinci eşinden kızının velayetini geri alma olasılığını avukatla görüşmek üzere adliyeye gittiğinde zanlı, avukat, hakim, mağdur arasında geçen olaylara tanık olarak adalet kavramını hukuk sistemiyle değil insanlık kavramıyla sorgulamaya başlar.

Herzog, hayatı gibi onarıma ihtiyacı olan ancak yapısal olarak sağlam olan evini tamir etmek için planlar yapmaya başlar ve daha fazla mektup yazmasına gerek olmadığını söyleyerek hayatını akışına bırakmaya karar verir.



#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Tarihsel bilincin artmasının ilginç bir sonucu da şu ki, insanlar açıklamanın hayatta kalmak için şart olduğunu düşünüyorlar. Durumlarnı açıklamak zorundalar. Ve şayet açıklanmamış hayat yaşama ya değmezse, açıklanmış hayat da bir o kadar dayanılmaz. "Sentez yap ya da yok ol!" Yeni yasa bu mu? Ama insan zihninden ne kadar tuhaf fikirlerin, sanrıların, yansıtmaların çıktığını görünce Tanrı'ya yeniden inanmaya başlıyorsunuz. Bu budalalıklara rağmen hayatta kalmak... Her neyse, entelektüel hep bir Ayrılıkçı olmuştur. Ve bir Ayrılıkçı nasıl bir sentez öne sürebilir? Neyse ki ben günlük hayattan çok fazla uzaklaşma imkânına sahip değildim. Buna memnunum. Diğer insanlarla olabildiğince çok şey paylaşmak ve kalan yıllarımı eskisi gibi harcamaktan kaçınmak niyetindeyim. İçinde derin, baş döndürücü bir başlama isteği oldugunu hissetti. 

* Esaret ve can sıkıntısı şehveti körüklüyor olmalı. Ayrıca sahip olunan bölgeyi savunma içgüdüsü cinsellik içgüdüsünden daha güçlü olabilir.

* Gerçek neşe, Epikürcülerin görünüşteki iyimserlikleri ya da kırık kalpli kimselerin stratejik canlılıkları değil. Ayrıca derin acının, yaş odun gibi ağır ağır yanan acının insanı yücelttiğini düşündüğünüzü de biliyorum ve bu konuda da size hemen hemen katılıyorum. Ama bu yüksek eğitim için hayatta kalmak şart. Acıdan uzun yaşamak zorundasınız. Bu tartışmacı tutumu ve büyük adamları kızdırmayı bırak artık! Hayır, gerçekten, Herr Nietzsche, size büyük bir hayranlık besliyorum. Sempati duyuyorum. Bizim hiçlikle yaşayabilmemizi sağlamaya çalışıyorsunuz. Kendimizi iyi huyluluk ve güven gibi olgularla, sıradan insani meselelerle kandırmak yerine kötülüğü evire çevire, her açıdan, amansızca, demirden bir iradeyle, daha önce hiç kimsenin sorgulamadığı gibi sorgulamamızı ve acınası tesellilere kulak asmamamızı sağlamaya çalışıyorsunuz. En mutlak, en yakıcı sorular. İnsanlığı şu anki haliyle reddediyorsunuz; o sıradan, pratik düşünen, çalıp çırpan, leş gibi kokan, aydınlanmamış, körkütük sarhoş ayak takımını. Ama sadece emekçi ayak takımını değil; kitaplarıyla, konserleriyle, seminerleriyle, liberalizmiyle, romantik dramatik "aşkları" ve "tutkularıyla" ondan daha da beter olan "egitimli" ayak takımını da reddediyorsunuz. Bütün bu saçmalıklar yok olmayı hak ediyor ve olacak da. Tamam. Yine de sizin aşırıcılarınız da hayatta kalmak zorunda. Hayatta kalmak yoksa 'Amor Fati' ( Kader Sevgisi) de yok. Sizin ahlak karşıtlarınız da et yiyor. Onlar da otobüse biniyorlar. Tek farkları şu ki, otobüste midesi en çok bulanan yolcular onlar. İnsanlığın başlıca besini, çarpıtılmış fikirler. Çapıtırıldığında sizin fikirleriniz de şiddetle kınadığınız Hıristiyanlığınkilerden daha iyi değil. İnsanlıkla bağlantısını koparmak istemeyen her filozof kendi sistemini önceden çarpıtıp birkaç onyıl sonra neye benzeyeceğini hayal etmeli. Sadece bir sınır bölgesi olan bu yemyeşil, dünyevi aydınlıktan selamlarımı gönderiyor ve her neredeyseniz size mutluluklar diliyorum. Saygılarımla, Maya'nın örtüsünün altındaki M.E.Herzog

* Bence Kierkegaard gerçeğin bizim üzerimizdeki gücünü kaybettiğini ve korkunç bir ıstırabın ve kötülüğün onu bize tekrar öğretmesi gerektiğini; insanlığın yeniden ciddileşebilmesi için Cehennemin ebedi acılarının tekrar gerçeklik kazanmak zorunda olduğunu söylemek istiyordu. Ben buna katılmıyorum. Kriz, yabancılaşma, felaket ve umutsuzluk kavramlarıyla oynayan güvenli, rahat insanların ağzından bu tür fikirler duymanın beni hasta ettigi gerçeğini bir kenara bırakalım. Lanetli bir zamanda yaşadığımız, dünyanın sonunu beklediğimiz gibi düşünceleri, popüler dergilerde rastladığımız bu katıksız saçmalıkları artık kafamızdan atmalıyız. Durum bu tüyler ürpertici oyunlar olmadan da yeterince iç karartıcı. Insanların birbirini korkutması bayağı bir ahlaki egzersiz. Ama asıl meseleye gelecek olursak, acı çekmenin salık verilmesi ve övülmesi bizi yanlış yöne sevk ediyor ve uygarlığa sadık kalmak isteyenlerimiz o yöne gitmemeli. İnsan acıyı doğru şekilde kullanma, tövbe etme, aydınlanma gücüne sahip olmalı; buna vakti ve fırsatı olmalı. Dindar insanların gözünde acı çekme sevgisi şükran duygusunun bir biçimi veya kötülüğü tecrübe edip onu iyiliğe dönüştürmek için bir fırsat. Bu kimseler tinsel döngünün insanın var oluşunda tamamlanabileceğine ve tamamlanacağına; insanın, hayatının son anlarında bile olsa çektiği acının faydasını göreceğine, Tanrı tarafından gerçek ile ödüllendireceğine ve değişmiş biri olarak öleceği ne inanıyorlar. Ama bu özel bir egzersiz. Çoğunlukla acı çekmek insanları kırıyor, eziyor ve hiç de aydınlatıcı bir deneyim degil. Acının insanları ne kadar korkunç bir şekilde yok ettiğin insanlıklarını kaybetmenin neden olduğu istirap da eklenince ölümlerinin tam bir yenilgi olduğunu görüyorsunuz. Sonra da "orfizmin modern biçimleri" ve "acı çekmekten korkmayan insanlar" hakkında yazıp ortaya başka kokteyl partisi tabirleri atıyorsunuz. Neden bunun yerine güçlü bir imgeleme sahip olan, derin hayallere dalıp olağanüstü ve kendine yeten kurmacalar üreten insanların bazen -uyanık olduğunu hissetmek için kendini çimdikleyen biri gibi-mutluluklarına biraz ara vermek için acı çekmeye baş vurduklarını söyleyemiyorsunuz?

* Banowitch adında biri korkunç ve çılgın bir kitap yazmıştı. Oldukça insanlık dışı bir kitap, bütün toplumların temelde yamyam olduğu, ayakta duran insanların oturanları içten içe korkuttuğu, gülümseyen dişlerin açlığın silahı olduğu, zorba hükümdarların çevrelerinde ceset yığınları (belki de yenebilir?) görmeye bayıldıkları gibi iğrenç, paranoyakça hipotezlerle dolu. Ceset üretmenin modern diktatörlerin ve takipçilerinin (Hitler, Stalin vs.) en dramatik başarısı olduğu doğru gibi görünüyor. Sadece -bir deneme, bir deney yapıyordu- Mermelstein'ın içinde bir parça Stalincilik olup olmadığını görmek için. Ama bu Shapiro eksantrik bir adam ve ondan sadece uç örnek olarak bahsediyorum. Uç örnekleri ve felaket kehanetlerini, ateşleri, boğulmaları, boğmaları ve bunun gibi şeyleri nasıl da severiz. Ölçülü, temelde ahlaklı, güvenli orta sınıfımız büyüdükçe radikal heyecan talebi artıyor. Görünüşe göre ılımlı ya da ölçülü dürüstlüğün ya da doğruluğun şu anda hiçbir çekiciliği yok. Halbuki bu tam da ihtiyacımız olan şey! ("Köpek boğulurken ona bir bardak su ikram edersin," derdi babam acı bir ifadeyle.) 

*Bazı kadınlar dürüstlüğü kur yapmak olarak alıyor. Bir çocuk isteyecek. Onunla bu şekilde konuşan bir adamla neslini devam ettirmek isteyecek. Çalışmak. Çalışmak. Gerçek, faydalı işler yapmak...

* Beni ölü imparatorları öğreneyim diye okula göndermemeliydi. "Adım Ozymandias, kralların kralı: /Eserlerime bak, ey Yüce Varlık, ve yeis duy!"* Ama kendi kendine yetmek ve yalnızlık, asalet, bütün bunlar son derece çekiciydi, kulağa son derece masum geliyordu, gülümseyen Herzog'a tasvir olarak çok yakışıyordu. Bu gizli cennetlerde ne kadar çok kötülüğün olduğunu ancak çok sonra keşfediyor insan. İşsiz kalmış bilinç, yazdı kilerde. İşsizliğin yaygın olduğu bir dönemde büyüdüm ve benim için bir iş olabileceğine asla inanmadım. Sonunda önüme bir sürü iş çıktı ama her nasılsa bilincim yine işsiz kaldı. Nihayetinde, diye devam etti ateşin yanında, insan zekâsı evrenin muazzam güçlerinden biri. Kullanılmadan güvenli bir şekilde durması mümkün değil. İnsan yapılan pek çok ayarlamanın sıkıcılığının (örneğin orta ta- bakanın aile hayatı) yeni nesillerin zihinlerini özgür kılmak, onları bilime yönlendirmek gibi tarihsel bir amacı olduğu sonucuna varıyor neredeyse. Ama hayat boyu süren korkunç bir yalnızlık, Leviathan'ın besin kaynağını oluşturan planktondan başka bir şey değil...

(*) Percy Bysshe Shelley'nin "Ozymandias" adlı şiirinin ilk iki dizesi 

* Ben gururlu öznelliğiyle insanlığın toplu ve tarihsel ilerleyişinden kendi isteğiyle elini eteğini çekmiş biriyim. Ve bu kendilerine estetik bir tarz, zengin bir duyarlılık içeren bir tarz seçen alt sınıf oğlanlar ve kızlar için de geçerli. Kitle denen şeyin ezici ağırlığı altında var oluşa dair kendi yorumunu korumaya çalışmak. Marks bu ağırlığı "materyal ağırlık" olarak adlandırmıştı. "Özel hayatım" denen şeyi bir sirke, bir gladyatör dövüşüne çevirmek. Ya da daha uysal eğlence biçimlerine. Kendi "utancınla", kendi geçici belirsizliğinle dalga geçmek ve neden acı çekmeyi hak ettiğini göstermek. 

* Entelektüellerin başına bela olan en temel muamma -yani medeni bireylerin, hayatlarını mümkün kılan medeniyetten nefret etmeleri ve ona içerlemeleri- beni es geçti. Onların sevdikleri şey kendi dehalarının yarattığı hayali bir insan durumu, ki bunun tek hakiki insan gerçekliği olduğuna inanıyorlar. Ne tuhaf! Ama bir toplumda, en iyi davranılan, en çok kayırılan ve en zeki olan kesim genellikle en değer bilmez kesim olur. Ne ki onun fonksiyonu da değer bilmezliktir. İşte bir muamma daha!..

* Sürekliliği düşünmelisin, Bergson'un bahsettiği süreklilik. Biz birbirimizi süreklilik içinde tanıdık. Bazı insanlar birtakım ilişkilere mahkum edilirler. Belki de her ilişki ya bir neşe kaynağı ya da cezadır.

* İnsan ruhu bir amfibi ve ben de onun böğrüne dokundum. Amfibi! Ruh benim bilebileceğimden çok daha fazla element içinde yaşıyor ve öyle sanıyorum ki o uzak yıldızlarda henüz oluşum aşamasında olan maddeler bizden de tuhaf varlıklar yaratacaklar.

* Anlamakta güçlük... bu, hayatlarını hümanist çalışmalara adayan ve bu nedenle de zulmün bir kere kitaplarda anlatıldı mı bitip gittigini hayal eden insanların genel sorunuydu.

* Bütün bunlar ona aşırı derecede alttan alınıyormuş gibi görünmüştü. Herkes son derece itidalli, fazlasıyla kontrollü ve sakindi. Böyle bir sakinlik cinayetin kendisiyle ters orantılı mı acaba diye düşünüyordu. Hakim, jüri, avukatlar ve sanıklar, hepsi duygusallıktan tamamen uzak görünüyordu.

* Sefaletin kokusunu ta caddeden alabilirsiniz; o simsiyah, iğrenç koku açık pencereden dışarı akardı: yatakların, çöplerin, dezenfektanların, böcek ilaçlarının kokusu.

* Acımasız ya da minimal açıklamanın -tutumluluk yasası gereğince- en doğru açıklama olduğuna inanmıyordu. İnsanı hasta eden şiddetli dürtüler, aşk, heyecan, tutkulu bir baş dönmesi. Böyle bir içsel yıkıma ne kadar dayanabilirim? Bu bedenin ön duvarı çöküp gidecek. Bütün hayatım sınırlarını yıkmaya çalışıyor ve engellenen arzuların gücü yakıcı bir zehir olarak geliyor. Kötü, kötü, kötü!.. Heyecanlı, karakteristik, esrik kötülüğe dönüşüyor. 

* Sözleşmemi inatla yanlış okumuşum. Ben asla mal sahibi olmamış, sadece kendime ödünç verilmişim. Tanrı'ya inanmaya devam ettiğim gayet açık. Her ne kadar bunu asla kabul etmesem de. Ama genel tutumumun ve yaşantımın başka ne açıklaması olabilir ki? Dolayısıyla durumu kabul etsem iyi olur çünkü aksi halde en basitinden beni tanımlamak bile mümkün olmaz. Davranışım en başından beri, bütün hayatım boyunca zorladığım, zorlamanın gerekli olduğuna ve bundan bir sonuç çıkacağına inandığım bir engel olduğunu ima ediyor. Muhtemelen önünde sonunda aşabileceğime inandığım bir engel. Böyle bir düşünce kafamda hep yer etmiş olmalı. Bu, inanç mı? Yoksa sadece çocukça bir tutum, görevini yapmanın karşılığın da sevilme beklentisi mi? Psikolojik bir açıklama istiyorsanız, evet, çocukça ve klasik bir biçimde depresif.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder