20 Nisan 2023 Perşembe

BUDDENBROOKLAR 'BİR AİLENİN ÇÖKÜŞÜ' "THOMAS MANN"

#Buddenbrooklar #ThomasMann 📚


Buddenbrooklar, Alman yazar Thomas Mann'ın ilk romanıdır. Thomas Mann eserini 1900 yılında 25 yaşında tamamlar, eser bir yıl sonra yayımlanır ve 1929 yılında bu eseriyle Nobel ödülünü alır. Mann'ın 'Bir Ailenin Çöküşü' alt başlığıyla kaleme aldığı roman, Kuzey Almanya'da yaşayan bir burjuva ailesinin ve aile ticarethanesinin birkaç kuşak boyunca geçirdiği değişimi ele alır.
Roman 11 bölümden oluşmaktadır ve bu bölümler kendi aralarında da farklı kısımlardan oluşmaktadır. Romanda klasik eserlerde görüldügü gibi kronolojik olarak süregiden olaylar zinciri vardır. 1835 ile 1877 yılları arasını kapsayan romanda, geriye dönüşlerle 1835 öncesi olaylardan da söz edilmektedir.
Romanda burjuvazinin yozlaşmasını, yazarın kendi ailesi gibi bir tüccar ailenin çöküşü anlatılmaktadır. Buddenbrooklar'da burjuvazinin çalışkanlık, görev bilinci gibi değerlerinin yanı sıra lüks düşkünlüğü, avarelik gibi kötü alışkanlıkları da aktarılmıştır; doğumlar, evlenmeler, boşanmalar, ölümler, başarılar ve başarısızlıklar aracılığıyla burjuvazinin portresi ustaca çizilmiştir.
Buddenbrooklar o zamanlar Baltik Denizi sahilinde Lübeck adındaki küçük ve bağımsız bir eyalette buğday ticareti ile uğraşan köklü bir ailedir. Yüzyıllık geçmişi olan şirketin sahipleri, zengin, sorumluluk hissi taşıyan, sosyal etkinliklerde ve siyasette rol alan Buddenbrook ailesinin dört kuşak boyunca yükselişi ve çöküşü realist ve ironik biçimde birçok ana ve yardımcı karakterlerle aktarılmaktadır. Karakterlerin fizikî görünümleri ayrıntılı olarak aktarılırken, son kuşak baba ve oğulun -Thomas Buddenbrook ve Hanno Buddenbrook'un- iç dünyası da derinlemesine analiz edilmiştir.
Thomas Mann romanında sanat ve ticaret arasındaki çatışmayı son iki kuşak arasındaki uzlaşmazlıklar ve çöküşün temel nedeni olarak ortaya koymuştur.

#altınıçizdiğimsatırlar 📝

*Hayatı boyunca yaşamın zorluklarına karşı bir öğretmen sağduyusuyla hep iyi amaçlar için savaşmış ve başarıya ulaşmış biri olarak, küçülmüş ve iki büklüm olmuş vücuduyla, masanın önünde durmuş, inançla titriyordu; cezalandıran ve yürekleri coşturan küçük bir peygamber gibiydi.

* Evet, hayat böyle işte. Çabalarız, didiniriz, tırmanırız ve hep bir şeylerle savaşırız...

* Ellerini yakamdan bir çekseler ne kadar sevinirdim bilemezsin!.. Çeşit çeşit kaygılar taşıyorum, her şey üstüme üstüme geliyor ve ben bunların altından kalkamıyorum. Diyelim ki, parmağımı kestim ve canım acıdı... Başkalarında sekiz günde iyileşen bir yara ben de dört hafta sürüyor. Bir türlü iyileşmek istemiyor, giderek iltihaplanıyor, kötüye gidiyor ve türlü türlü şikâyetlere neden oluyor...

* Hayır, benden hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey istemiyorum. Hatta ünlü olmayı bile istemiyorum. Birilerine haksızlık yaparım diye kendimden bile korkuyorum! Benden bir şey olmaz, hiçbir şey yapamam ben, inan buna.

* Bazen şu ya da bu kişiyi hatırlarız, nasıldır acaba diye düşünürüz, epeydir kaldırımda dolaşmadığı, çoktandır sesini duymadığımız, yaşam sahnesinden sonsuzca uzaklaştığı ve kentin dışında bir yerlerde toprağın altında olduğu gelir aklımıza.

* "Büyük büyük dalgalar; uzaklardan gelip kayalara çarparak nasıl da parçalanıyorlar, peş peşe gelen, hiç bitmeyen, amaçsız, başı boş ve yolunu şaşırmış çılgın dalgalar! Ama yine de insanı sakinleştiriyorlar ve yatıştırıyorlar, basit ve ruh sağlığı için gerekli olan her şey gibi. Giderek denizi sevmeyi öğrendim... eskiden dağları sevmemin nedeni, uzak oluşlarındandı bekli de. Artık oralara gitmek istemiyorum. Korkuyormuşum ve utanıyormuşum gibime geliyor. Oralar çok başına buyruk, düzensiz ve çok değişken... kendimi orada çok zayıf ve mağlup olmuş hissedeceğimden çok eminim. Ne biçim insanlar bunlar, doğrusu merak ediyorum; denizin tekdüzeliğini sevmek nasıl bir şey acaba? Bana göre bu tür insanlar iç sorunlarının karışıklığı ile öyle çok ilgileniyorlar ki, dış dünyadan en azından bir tek şeyi beklemeyi bir gereklilik olarak görüyorlar: Sadelik... dağlara tırmanmak, tepeden tepeye dolaşmak için en azından yürekli olmak gerekir, oysa deniz kıyısında kumsala uzanıp sessizce dinlenilebilir. Ama dağlara ve denize bakışın birbirinden farklı olduğunu iyi bilirim ben. Kendinden emin, inatçı ve mutlu gözler, büyük bir heyecanla, kararlılıkla ve yaşamdan keyif alarak bir tepeden öteki tepeye bakarken, gizemli ve yazgıya teslim olmuş bir tavırla dalgalarını kıyıya yollayan denizi bir zamanlar hüzünlü karmaşanın gereğinden fazla derinliğine inmişçesine süzmektedir... Sağlık ve hastalık, fark burada. En küçük bir zerresi bile yitirilmemiş yaşam gücünü denetlemek için ne olduğunu bilmezmiş gibi sivri tepeli ve yüzeyi yarıklı görüntülerin büyüleyici derinliklerine dalarsın. Fakat dış dünyanın engin sadeliği seni dinlendirir, çünkü iç sorunların karmaşıklığı yeterince yormuştur seni.”

* Böylesine eşsiz hazineleri sayfalarında gizleyen tuhaf kitabın öteki ciltlerini temin etmek şöyle dursun ona bir daha göz atmaya bile vakit bulamadı. Yıllarca kendisini yiyip bitiren aşırı titizliği ve gergin hali bütün günlerini tüketti. Düzeltmek ve tamamlamak için kafa yorduğu önemsiz yüzlerce günlük işlerle boğulmaktan bütün irade gücünü yitirmişti, vaktini daha akıllı ve verimli kullanmayı başaramıyordu.

* Bu yanıltıcı mekân algılama biçimi, zaman ve geçmişi değerlendirme, kendinden sonra gelenlerin kişiliğinde yaşama isteği, bu sonsuzca parçalanma ve ayrışma korkusu... Bütün bunlar onun ruhunu rahatlatıyor ve sürekli öbür dünyayı düşünmesini önlüyordu. Hiçbir şey başlamıyor ve hiçbir şey bitmiyordu.

* Yaşamdan hep nefret mi ettim? Bu temiz, acımasız ve zorlu yaşamdan hep nefret mi ettim ben? Budalalık ve yanlış anlaşılma! Ben kendimden nefret ettim, yaşamın yükünü taşıyamadığım için yalnızca kendimden nefret ettim ben. Ama ben sizleri seviyorum... Bütün mutlu insanları seviyorum, çok yakında dar bir zindana girerek sizlerden ayrı kalmaktan kurtulacağım. Sizlerin sevdiği şey yakında benim içimde olacak ve ben sizlerin yanında ve sizlerle birlikte, sizlerin içinde olacağım... Hepinizin yanında ve içinde!.. 

* Ölünce nerede olacağım? Fakat bu sorunun yanıtı öylesine açık, anlaşılması öylesine kolay ki! Zaman zaman "ben" demiş olan, diyen ve diyecek olan herkesin benliğine yer etmiş bu sorunun yanıtı: "Özellikle de bunu yürekten, güçlü ve neşe ile söyleyenlerin benliğinde..."

* Ben bir embriyonu, bir başlayışı, dünyanın bütün nimetlerini ve olanaklarını içimde taşıyorum... Burada olmasaydım, nerede olurdum! Ben "ben" olmasaydım, kişisel görünüşüm ve bilincim "ben" olmayan her şeyden beni ayırmasaydı, ben kim, ve nasıl biri olurdum! Vücut yapımız! Bizi zorlayan isteklerin kör, süslenmiş, zavallı ve acımaya değer bir biçimde dışarıya vurması! Bu isteğin zamansız ve mekansız bir gecede dilediği gibi hareket etmesi ve yaşam bulması, insanı bir zindanda, aklın titreyen ve sallanan o cılız aleviyle birazcık aydınlanan bir zindanda aç ve sefalet içinde bırakması kuşkusuz çok daha iyidir! 

* Kişilik!.. Sahip olduğu, sahip olabildiği şey insanın gözüne çok yetersiz, küçücük ve can sıkıcı görünür, fakat sahip olamadığı ve ulaşamadığı şeylere özlemle karışık bir kıskançlıkla, nefrete dönüşmesinden korktuğu için sevgiye dönüşen bir kıskançlıkla bakar insan.

* Her insan bir hata, bir yanlış davranış değil miydi? Dünyaya gelir gelmez sıkıntı ve üzüntü içinde geçecek bir esaret zincirine bağlanmıyor muydu? Hapishane! Hapishane yaşamı! Her yerde zincirler ve engeller bekliyor insanı. İnsan, kişiliğinin demir parmaklı penceresinden çaresizce bakar kendisini çepeçevre saran bu hapishane duvarlarına, ta ki ölüm gelip onu evine ve özgürlüğüne çağırıncaya kadar...

* Yaşamın sona ermesi ve bedenin parçalanması mı? Böyle boş kavramlardan korkanlara gerçekten acımak gerekirdi! Neydi sona erecek olan ve neydi parçalanacak, parça parça olacak şey? Senin şu bedenin... şu kişiliğin ve karakterin, hantal, inatçı, kusurlu ve her türlü nefrete layık bu "engel, başka bir şey, daha iyi bir şey olma engeli!"

* Ölüm denen şey neydi? Bunun yanıtını öyle gösterişli sözlerle veremezdi: O bu yanıtı içinde hissediyordu, o ona bütün benliğiyle sahipti. Ölüm bir mutluluktu, öylesine büyük bir mutluluktu ki, ona ancak Tanrı'nın izniyle kavuşulabilirdi, o son derece acı veren yanlış yola sapmaktan bir geriye dönüş, ağır bir yanlışın düzeltilmesi, en korkunç zincirlerden ve engellerden kurtuluştu...

* Koruması gereken makamlar ve bırakması gereken görevler vardı, fakat ele geçirmesi gereken hiçbir şey kalmamıştı. Yalnızca içinde yaşadığı zaman ve basit gerçekler vardı, fakat gelecekle ilgili heyecan uyandıran planları yoktu artık.

* Ulaşmak istediği her şeye ulaşmıştı aslında, eğer böylesine sıradan bir hayatta zirveye ulaşmaktan söz edilebiliyorsa, zirveyi çoktan aştığını biliyordu.

* Gençlik döneminin coşkusu ve heyecan veren o yaratıcı ruhundan eser kalmamıştı. Eğlenirken çalışmak ve çalışırken eğlenmek, yari ciddi ve yarı şakacı bir tutkuyla bir amaca yönelmek, bir şeylere ulaşmak, neşe-kuşku karışımı bir uzlaşma içinde olmak ve bazı yarım kalmış şeyleri tamamlamak için insanın keyfinin yerinde olması ve kendine güven duyması gerekirdi, fakat o kendisini çok yorgun ve bitkin hissediyordu. 

* İnsan yaşamında öyle bir an gelir ki, hastanın yakınları için umut beslemek biraz yapmacık ve gerçekdışı olur. Hastada bazı değişiklikler olmuş, davranışlarında bir tuhaflık, eskisine benzemeyen bir kişilik oluşmuştur. Yanıt vermekte zorlandığımız tuhaf sözler dökülür ağzından, dönüş yolunu kapatan ve ölüme götüren bazı tuhaf sözler. Hasta en çok sevdiğimiz biri de olsa, bütün bunlardan sonra onun yeniden ayağa kalkıp yürümesini isteyemeyiz. Ama o yine de ayağa kalkacak olursa, tabutundan çıkmış bir ceset gibi çevresine korku ve dehşet saçar. 

* İnsan bazen öyle bir ruhsal çöküntü içinde olur ki, olağan durumlarda kızdığımız ve hoşnutsuzluğumuzu gösterdiğimiz her şey, sessizce ve kahredici bir biçimde bir anda bastırılır.

* Kendi kendisine karşı ilgi duyan, kendi duygularını bütün ayrıntısıyla gözlemleyen böylesi insanlar her zaman var olacaktır, örneğin şairler kendi iç dünyalarını coşkuyla ve tüm güzelliğiyle anlatırlar ve böylece başka insanların duygu dünyasını zenginleştirirler.

* "İflas"... ölümden bile daha korkunç bir sözcük, bir karmaşa, yıkılıp yok olma, bir utanç, bir yüzkarası, bir umutsuzluk ve sefalet yumağı...

* Şunu hiçbir zaman gözden uzak tutmamalısınız: Felsefeciler ve edebiyatçılar bir düşünceyi, bir ilkeyi ortadan kaldırınca yavaş yavaş bir kral çıkar ortaya ve bu kral bunu en iyi ve en güzel diye benimseyip ona göre davrandığını sanır... krallar hep böyledir işte!

* Yabancı bir ortamda insan kendisini en iyi yanıyla gösterir, güzel cümleler kurar ve hoşa gidecek sözcükler bulur. Bundan daha doğal bir şey olamaz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder