12 Nisan 2020 Pazar

BALZAC "GORİOT BABA"


#Balzac 📖 

Romanlarda gerçekçilik akımının öncüsü olarak kabul edilen Balzac'ın kitaplarının ortak özelligi büyüleyici betimlemeleri, okurken gözünüzün önünde her detay karşınızdaymış gibi tüm teferruatlarıyla gelivermesini sağlamasıdır.
Honore de Balzac,  eseriyle bir "İnsanlık Komedyası" oluşturmak istemiştir ve Goriot Baba romanını bu maksatla yazmıştır ve daha sonra yazdığı eserlerdeki tüm karakterleri birbiriyle ilişkilendirmeye çalışarak bu amacına ulaşmak istemiştir. Bu nedenle Goriot Baba, yazarın kafasındaki "İnsanlık Komedyası" planın ilk parçası olmaktadır.
Balzac eserlerinde ihtilal sonrası Fransa'nın edebî kesitini çizerek Fransız burjuvazisinin atmosferi, alışkanlıkları, gelenekleri ve yaşam tarzını hicvetmiştir.
Goriot Baba bir "karakter romanı" özelliği taşıyan realist akımın başarılı bir örneğidir. Roman, 1820 yıllarının Paris yaşamını, Fransız toplumundaki sınıf ayrımını, üst tabaka ve alt tabaka arasındaki derin uçurumu, düşenler ile yükselmeye çabalayan insanların hayatlarını, insanlığın dramlarını ve trajik olayları anlatır. 
Balzac, karakterlerini hem dış görünüşleriyle hem de ruhsal dünyalarıyla ayrıntılı bir biçimde betimlemiştir. Yazar, olayları süzgeçten geçirerek özlü bir hale getirip anlaşılması kolay bir olay örgüsü oluşturmuştur.
Romanda karşılıklı konuşmalara uzun uzun yer verilmiştir.
Goriot Baba, üçüncü kişi ağzından yazılmıştır. Romanın en önemli merkezi olan Vauquer Pansiyonu’nu anlatan, mekanı ve kiracılarını bilen herhangi bir kişi olan yazar-anlatıcıdır. Bu anlatıcı da romanın diğer kahramanları gibi kurgusaldır.
Romanda sefalet ve ihtişam içiçe verilmiştir; başkarakter Goriot Baba fabrikatörlükten fakirliğe düşerken, bir diğer önemli karakter fakirlikten zenginliğe yükselmeye çabalayan Rsetıgnac’ın hikâyesi düşme ve yükselme tezadını ortaya koymaktadır. Giderek sefalete düşen Goriot Baba ile gitgide yükselen Restıgnac’ı aynı pansiyonda buluşturan yazar, babalarını sömürdükten sonra sokakta ölüme terk eden vefasız kızlarıyla insanlığın acımasız taraflarını ortaya koymuştur.
Romanda aktarılan diğer bir sosyal boyut; yüksek çevredeki ahlâkî yozlaşmıştık ve çürümedir; insanlarda sevgi, saygı, hoşgörü, sadakat, güven, acıma gibi insanî duygular yok olmuştur.

#GoriotBaba 📚


Altını Çizdiğim Satırlar 📖

* Görüşlerinin hiç değişmemesiyle övünen kimse hep burnunun dikine gitmekle kendini görevlendirmiştir, insanın hiç yanılmayacağını sanan bir böndür. Kurallar yok, olaylar vardır. Kanunlar yok, durumlar vardır. Üstün adam olaylara durumlara, yön vermek üzere kaynaştırır.

* Kurumuş yürekler görmek mi daha ürkütücüdür, boşalmış kafatasları görmek mi, kim karar verebilir?

* Yelken açmış bir gemiden, dörtnala giden attan ve dans eden kadından daha güzel bir şey olmadığını kim söylemişse, dogru söylemiş.

* İnsan yüreği sevgi tepelerine tırmanırken arada bir dinlenmek fırsatı bulursa da kin duygularının dik yokuşunda pek mola vermez.

* Duygu bir düşünce içine sıkıştırılmış dünya değil midir?

* Nasıl ki şık bir elbise kadınların çekiciliğini arttırırsa, mutluluk da onlara şiirsel bir pırıltı verir.






11 Nisan 2020 Cumartesi

GOGOL '' ÖLÜ CANLAR''



Ölü Canlar, Nikolay Vasilyeviç Gogol'un ilk cildini 1842'de tamamladığı ve bitirilememiş romanıdır. Romanın konusunu kendisine Puşkin tarafından önerilmiştir. Gogol’u yaşamı süresince ‘İnsan Ruhu’ kavramı meşgul etmiştir. Gogol’e göre ruh, insanlığın başlama noktasıdır eğer İnsan ruhu pasifleştirirse ruhun ölümünü gerçekleştirmiş demektir. Gogol, Ölü Canlar'da ruhsal boyutu Dante’nin ‘İlahi Komedya’sındaki gibi Cehennemin yaratılmasıyla aktarmayı istemiştir. Ana karakter cehennemin en derinine indirmiştir. Romandaki birçok anıştırma Dante’nin tasvir ettiği cehennemi canlandırmaktadır. Gogol alegorilere, kinayelere sık sık başvurmuştur.
Yazar, ikinci ve üçüncü bölümleri çeşitli sebeplerle tamamlayamamıştır.
Eser, 19. asır Rus insanlarına Çarlık Rusya idaresi ve anlayışına bir eleştiri niteliği taşımaktadır; 19. Yüzyıl Rusya’sını yergiler ve betimler.
Romanın anlatımında kara mizah özelliği bunmaktadır. Roman, olayları gözleyen, izleyen takip eden ve betimleyen gözlemci bir bakış açısıyla anlatılmıştır.
Eser, Rusya’da köleliğin kaldırılmasından önce toprak sahiplerinin çalıştırdıkları köylü sayısı kadar vergi ödemek zorunda oldukları gibi devletten para da alabilmelerine olanak tanıyan bir yasanın açığından faydalanarak ölmüş köleleri satın alarak devletten para sızdıran bir sahtekârı ve yaşadıklarını anlatmaktadır. Ölülerin üzerinden devletten para sızdıran bu sahtekâr ne kadar çok ölü köle satın alırsa o kadar çok para kazanmaktadır. Bunun için olabildiğince çok toprak sahibinin yanına gitmekte, onlara kendini muhim biri gibi tanıtmakta, bu sayede de onların ikram ve saygılarına mazhar olmaktadır.
Gogol, Rus köylüsünün acıklı hayatını, karakterlerin kişiliğini ince bir mizahi yergi ile anlatmıştır. Eserin sahtekâr kahramanı Cicikov, ve diğer sahtekarlıkları Rus yasalarında var olan kölelik sistemi ve sosyal yaşamından esinlenilerek kurgulanmıştır. Nikolay Vasilyeviç Gogol, ülkesindeki gündelik yaşamı, sosyal tabakalar arasındaki uçurumları, yaşam standartlarında görülen adaletsizlikleri, feodaller, sıradan köylüler ve kölelerin yaşamlarındaki tezatları, yasalardaki boşlukları realist bir yaklaşımla dönemin panaromasını başarıyla ortaya koymuştur. 
Romandaki olaylar zinciri ana karakter Chichikov’un ölü canları toplarken her bir bölümde farklı bir ortam, farklı insanlar ve karakterler ile sohbetlerini, o insanların yaşama biçimlerini, hayata bakışlarını bir bir ortaya koyacak bir düzen içinde izlemektedir. Romandaki kişiler, tavırları, huyları, düşünceleri, yaşamları gibi pek çok detayı bizlere sunarken kendi çağını ve insanlarını tüm ayrıntıları ile yansıtmaktadır.

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsanın herşeyden bezmesi modern bir hastalıktır.

* Korku çok hızla yayılır ve vebadan daha yıkıcıdır.

* Hayat nedir ? Kederle dolu bir vadi.
Dünya nedir ? Hissiz insan kalabalığı.

* Sessiz, sakin köy yaşamına ilişkin hayalleri gitgide soluklaştı, kent ve onun gürültülü yaşamı daha bir canlı, ışıltılı niteliğe büründü. Ah, hayat!

* "Siz de görüyorsunuz: Düşmanlıklarla, hainliklerle, insanı baştan çıkaran şeylerle dolu bir dünya bu."

* "Çocukluk çağlarımız değil midir en kıskanılacak yaşlarımız: Ne gelecek derdi ne başka herhangi bir tasa, üzüntü!.."

* "İnsanı kanatlandıran, ilerlemesini, gelişmesini sağlayan sanat gibi, kültür, eğitim gibi yücelikleri asla kavrayamıyorlardı."

* "Yokluğum hiç kimseye ve hiçbir şeye bir zarar vermez. Çıkayım en iyisi şu yolculuğa."

* "Dünyayı görmek, insanları tanımak bildiğiniz gibi canlı bir kitap, ikinci bir bilim yerine geçer."

* "Bağışlayın ama ben yine de nasıl olup da sıkılabildiğinizi anlayamıyorum. Zira öyle çok şey var ki sıkılmanızı önleyecek!.."

* "İnsanın bir hedefi varsa, önüne ardına bakmadan hedefin üstüne üstüne yürümesi gerekmez mi? O anda kim ne demiş, bakılmaz ki!"

* "Denizde kum, insanda tutku! Üstelik hiçbiri birbirine benzemez! İyisi kötüsü, sıradanı soylusu, başlangıçta hepsi insana boyun eğer gibidir, ama sonra zorbaca ona boyun eğdirir, onun hâkimi olurlar."

* "Ancak unutmamak gerekir ki günümüzde artık rüşvet diye bir şey kalmamıştır: Bütün yöneticiler, amirler son derece soylu, temiz insanlar çok şükür..."

* ... önüne kar yığılı bir pencerenin soğuk, bulanık görüntüsünü andırıyordu hayat.

* Nasıl da tuhaf, gönül çelen, insanı alıp götüren harika bir sözcüktür şu yol sözcüğü!.. Ve yol denen şeyin kendisi, nasıl da büyüleyici, göz kamaştırıcıdır!



GOGOL
Nikolay Gogol, 31 Mart 1809 tarihinde Ukrayna'da dünyaya geldi.

Orta halli torak sahibi bir ailenin çocuğu olan Gogol, genel itibariyle Kazak etkisi altında büyümüştür, bu durum eserlerine de yansıyacaktır. Gençlik zamanlarında edebiyata, özellikle de şiire ilgi duymaya başlayan Gogol, genç yaşlarda yetim kalınca Petersburg'a giderek çalışmaya başlar. Gogol’un ilk ciddi ve dikkat çeken eserleri Ukrayna hayatı ile, halk deyişleri ile süslü halk hikâyeleridir.
Gogol, 1831-32 yıllarında yazdığı bu hikâyeleri, "Dilanka Yakınlarındaki Çiftlikte Akşam Toplantıları" isimli kitapta topladı. Bu öyküler, Rus edebiyat dünyasında Gogol’un birden parlamasına ve yazarlar arasında tanınmasına yol açar.
1835 senesinde "Mirgorod ve Arabeski" adlı eserlerini yayımlar. Bu kitaplarında halk hikâyeleri, özellikle Kazak geçmişini işlemiştir.
Büyük komedisi "Müfettiş" isimli eseriyle bürokrasiyi alay derecesinde eleştiren Gogol, eserinin sahnelenmesi ile tüm şimşekleri üzerine çeker ve tepkiler yüzünden vatanından ayrılmak zorunda kalır.
Daha sonraları "Ölü Canlar" ve "Palto" eserlerini yayınlar. Palto eseri için ünlü yazar Dostoyevski; "Hepimiz paltonun cebinden çıktık" demiştir.
 Palto, dönemin hükumetinin ve aristokratların tepkisini çeker. Rus insanını aşağılamakla suçlanan Gogol'un esas amacı, eserinde halkı anlattığı şekle getiren başarısız idarecileri eleştirmekti. Bu dönemdeki baskılardan oldukça etkilenen Gogol, psikolojik olarak da rahatsızlanmaya başlıyordu.
Yazarlıkta her zaman Puşkin'i örnek almıştır. Puşkin'in ölümünden sonra ünü daha da artan Gogol, ününün artmasından sonra kendini toplumun öncüsü olarak görmeye başladı. Kendine, toplumu geliştirmek, insanlara yol göstermek gibi görevler edinir. Eskisinden daha dindar bir hayat yaşamaya başlar ve eskiden eleştirdiği kiliseyi bile över.
4 Mart 1852 tarihinde, kırk iki yaşında hayatını kaybeder.

ESERLERİ
İki Soylu Kişinin Öyküsü
Masallar
Müfettiş
Palto
Ölü Canlar
Burun
Bir Delinin Hatıra Defteri
Portre
Eski Zaman Beyleri
Taras Bulba
Fayton
Kumarcılar
Dava
Evlenme
Petersburg Hikayeleri
Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları

DOSTOYEVSKİ '' YERALTINDAN NOTLAR''




1846 yılında yayımlanan toplumsal romanı 'İnsancıklar'la üne kavuşan Dostoyevski daha sonra bireysellik temasını işleyerek kişilik bölünmesini aktardığı 'Öteki' adlı romanını yayımlamış ama zamanında anlaşılamayan eser, sert eleştirilere maruz kalmıştır.
Dostoyevski’nin 1864 yılında yayımlamış olduğu "Yeraltından Notlar" adlı eseri düşündüğü ile yaptığı arasında çelişkilere düşen çaresiz bir insanın varoluşunu haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesini anlatır. Hem kendini aşağılanmış hem üstün gören, hem dış dünyaya karşı nefret dolup hem sevip sevilmeyi arzulayan, yoğun çekişmelerle kıvranan bir karakterin itiraflar silsilesinden oluşan eser, rahatsız olduğu sistemin içinde istemediği halde bulunmak zorunda kalan bireyin yaşadığı buhranları ve saplantılı dile getirir.
Hatırat tarzında yazılan roman bireysel ve toplumsal eleştirilere yer verirken, psikolojik tahlillerde bulunarak, ruhsal çözümlerle harmanlanmıştır.
Yeraltından Notlar, iki bölümden meydana gelmektedir.
'Yeraltı' adlı verilen bölümde şahıs kendisini ve fikirlerini aktarırken, ikinci bölümde hayatına ait bazı anıların yer aldığı 'Notlar' kısmı bulunmaktadır.
Eser, varoluş felsefesinin edebiyattaki ilk yansıması olarak kabul edilmektedir.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Canlılık denen şeyin nasıl olduğunu, nerede bulunduğunu bile bilmiyoruz. Elimizden kitaplarımızı alsalar, şaşkınlıktan artık hangi yola gideceğimizi, kimi destekleyip kimden sakınacağımızı, kimi sevip kimi hor göreceğimizi bilemeyiz. Bize insan olmak, etiyle kemiğiyle canlı bir insan olmak bile zor geliyor. Yokmuşuz gibi davranmayı seviyoruz. Biz aslında ölü doğmuş insanlarız, zaten çoktandır canlı olmayan babalarımızdan ürüyoruz ve bu durumdan gittikçe daha çok zevk alıyoruz. Yakın bir zamanda tamamen düşünceden doğma yaratıklar olma yönünde ilerliyoruz.

* Her şeyi büyütüyorum, bu yüzden de yaşam yolunda hep aksıyorum.

* İnsan önce kendisi yaşamayı öğrenmeli ki, ondan sonra da başkalarını kınayabilsin.

* Köşemde yıllarca yalnız yaşayıp biriktirdiğim düşüncelerimi birine açmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum.

* Hayatımı kökünden değiştirecek bir olayın gerçekleşeceğine dair bir inanç vardı içimde. Böyle şeylere alışık olmadığımdan mıdır nedir, ufak da olsa bir olayın yaşantımı tümüyle değiştirmesini bekleyip durmuşumdur.

* Ya kahraman olacaktım ya da çamura batacaktım, benim için ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu işte.

* Kıyafet etki bakımından o kadar önemlidir ki, size sınıf atlattırır.

* "Ben yalnız ve farklıydım, onlarsa beraber ve birbirlerine benziyorlar" diye düşünürdüm.

* Kasvetli, dağınık ve yabani denecek kadar yalnız bir yaşamım vardı. Kimseyle görüşmüyor, konuşmaktan kaçıyor, gitgide daha da kabuğuma çekiliyordum.

* Yazı yazmak da bir çeşit iştir. Çalışan insanın daha erdemli ve iffetli olacağını söylerler.

* İnsanoğlu hercai gönüllüdür, tutarsızdır; kim bilir Belki de satrançtaki gibi hedefi değil yolu hedefler. Belki de – emin olamayız kuşkusuz– yeryüzündeki herkesin yöneldiği tek hedef; hedefe varmak değil, hedef yolunda harcanan çabadır, yani hayatında kendisidir. İki kere ikinin dört etmesi hedefi değil, ölümü işaret eder. O yüzden insan bu formülden her zaman korkmuştur, hatta ben şimdi bile korkuyorum. İnsan ömrünün bunun peşinde geçirir, okyanusları aşar, seve seve yaşamını harcar, fakat diğer yandan da büyük bir korku içinde bekler; zira onu bulunca arayacağı başka hiçbir şey kalmayacaktır.

* Asıl mesele yolun güzergahı değil, yalnızca gitmektir ve doğanın uslu çocuklarının mühendisliği, çalışkanlığı ve yaratıcılığı es geçip, tembelliğe teslim olmamasıdır. Şüphesiz ki; insanoğlu yaratmayı, yeni yollar açmayı sever. Peki ama neden yıkmayı da, parçalamayı da, kargaşayı da bir o kadar seviyor? Yanıtlayın hadi! Bu konuda söyleyeceklerim var. Yıkmayı, parçalamayı içten içe sevmesinin nedeni (bundan bir tür zevk duyuyor olsa gerek) hedefe varmaktan, yaratmakta olduğu yapıyı bitirmekten gizlice bir korku duyuyor olması olabilir mi? Belki de yaptığı eseri yakından değil yalnızca uzaktan sevmektedir...
 
* İnsanlar sisteme ve soyut şeylere öylesine bağlıdırlar ki, kendi görüşlerini haklı çıkarmak için; gerçeği bile bile çarpıtıp, gözlerini ve kulaklarını kapatıp öyle savunmaya geçerler.

* İnsanlar eğitildikleri takdirde asıl çıkarlarının farkına varır- gözleri açılır- kötülükten uzaklaşırlar, zamanla iyi ve erdemli birer insana dönüşürler; çünkü gerçek amacının farkına varan kişi, asıl çıkarının erdemde olduğunu görür ve bir nevi zorunlu olarak iyi şeylere kalkışır;eh, kimse kendi çıkarıyla ters düşmek istemez.

* Belki de ben hiçbir şeye tam anlamıyla başlayamadığım ve bitiremediğim için kendimi akıllı zannediyorum. Ben de herkes gibi geveze, boş konuşan, zararsız, can sıkıcı bir adam olsam ne olur? Her akıllı insanın kaderi geveze olmak ve havanda su dövmekse yapacak ne var elimizde?

* Bir işe kalkıştığınız sırada sakin, huzurlu ve şüphesiz olmalısınız. Peki, ama ben bu huzura nasıl ulaşacağım? Nerede bulurum onları ben? Düşünmeye başlıyordum, kafamdaki ilk düşünceler beni bir diğerine sürüklüyor, sonra tekrar bir diğerine ve bu şekilde düşüncelerim bir türlü sonu gelmeyen bir etkileşime giriyordu. İşte anlamaya çalışmanın ve düşünmenin gerçek yüzü buydu.

* Kendi kafamda maceralar yaratıyor, bambaşka bir hayat kurguluyor, bu şekilde hiç değilse yaşamayı - hayatta kalmayı - başarıyordum. Defalarca, yok yere bir şeylere incindiğim olmuştur. Gerçekte incinmem için hiçbir sebep olmadığı hâlde, kendimi öylesine inandırıyordum ki; sonunda kendimi tamamıyla kırgın ve gücenmiş hissediyordum. Zaman içinde bu şey beni içine öylesine çekti ki; kontrolümü yitirmeye başladım. Çok büyük bir arzuyla âşık olmayı denedim, hem de iki kez. Öyle ki, inanır mısınız bu yüzden acı çektim. Ruhumun derinlerinde bir şey acı çektiğime inanmaz, benimle alay ederdi ama ben acıdan kıvranmaya devam ederdim, gerçek bir acı çekerdim, öylesine kıskanırdım ki; âdeta delirirdim. Bütün bu olanlar can sıkıntısından oluyordu, baylar; hareketsizliğim beni bir böcek gibi eziyordu.

* Size yemin ederim ki, gereğinden fazla anlamak bir hastalıktır; gerçek bir hastalık.

* Hür iradesi, arzusu olmayan, istemeyi bilmeyen insanın org silindiri üzerindeki cıvatadan ne farkı vardır ki?

* İnsanın kasten, şuurlu olarak zararlı, manasız, hatta son derece budalaca bir arzuya kapıldığı bir durum, tek bir durum vardır: Yalnız akla uygun şeyler istemek zorunda kalmayıp, ne kadar manasız olursa olsun istemek hakkına sahip olmak. Bu manasız istek, hele bazı hallerde bizim için bütün dünya nimetlerinin üstünde bir değer kazanabilir.

*Öç almak isteyen veya genel olarak kendini korumasını bilen dişli kimseler bunu nasıl yapar? Böyleleri kendilerini öç hissine kaptırdılar mı, bu duygu varlıklarında her şeyi siler süpürür. Böyle bir adam kudurmuş bir boğa gibi, boynuzlarını öne eğerek hedefe doğru atılır ve ancak önüne çıkan bir duvar onu durdurabilir.

* Şuurun meşru mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir.

* İnsan kendi kendine karşı tamamıyla samimi olabilir mi?... Heine inandırıcı bir otobiyografi yazmanın hemen hemen imkânsız olduğu, insanın kendisi hakkında mutlaka birtakım yalanlar uyduracağı iddiasındadır. Ona göre örneğin Rousseau, itiraflarında mutlaka yalanlar uydurmuş, hatta gururu yüzünden bunu bile bile yapmıştır. Heine’nin haklı olduğuna ben de inanıyorum; gerçekten, insanın bazen sırf gurur yüzünden kendi kendini cinayete varıncaya kadar çeşitli yalanlara bulaştırabileceğini biliyor, bunun ne çeşit bir gurur olduğunu da gayet iyi anlıyorum. Fakat Heine, itirafını topluma sunan biri hakkında yargı veriyordu. Halbuki ben yalnız kendim için yazıyorum; okuyuculara hitap edişim bunun daha kolay bulduğum bir yazış şekli olmasından ileri geliyor, bunu kesin olarak bir daha belirteyim. Evet, sadece üslup meselesidir, yoksa yazdıklarımı kimse okumayacak.

* İnsanın gerçek ıstıraptan, yani yıkım ve kaostan asla vazgeçmeyeceğine eminim. İdrakin biricik kaynağı ıstıraptır. Başlangıçta idraki insanın baş belası saydığımı söyledim, ama insanın bunu sevdiğini, dünyadaki hiçbir hazza değişmeyeceğini de biliyorum.

* Şahsi kanaatime göre, yalnız refahı sevmek biraz ayıptır bile. İyi midir, fena mıdır orasını bilmem ama, bazen bir şey devirip kırmanın da kendine göre tadı oluyor. Bu bakımdan ne başlı başına refahı ne de ıstırabı tutarım. Ben... şahsi kaprisimden, onu her istediğim anda tatmin edebilmek imkânından yanayım. Istırabın vodvillerde yeri olmadığını biliyorum. Billur saraya ise büsbütün yakışıksız düşer: Istırap, şüphe ve inkâr demektir; içimizde şüphe uyandıran bir billur saray tasavvur edilebilir mi?

* İnsan yapıcıdır, yeni yollar açmayı sever, bu su götürmez bir gerçektir. Fakat neden acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi kaos haline getirmeye bayılır? Haydi buna cevap verin bakalım! Bu konuda ayrıca birkaç söz söylemek istiyorum. İnsanın her şeyi yıkıp kaos haline getirmeyi sevmesi (bazen bunu yapmaktan zevk aldığı inkar edilemez), üzerinde uğraştığı yapıyı bitirmekten, gayesine ulaşmaktan içgüdüsel olarak ürkmesinden mi kaynaklanıyor yoksa?

* Her insanın hatıralarında, herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği taraflar vardır. Hatta dostlara bile açılamayacak, insanın yalnız kendine saklayacağı sırları da bulunur. Bunlardan başka, kendi kendimize bile açmaktan çekindiğimiz konular da vardır ki, bunların sayısı şerefli bir insanın dağarcığında bile hayli kabarıktır. Hatta daha doğrusu, bunlar sahibinin haysiyeti ölçüsünde artar.

* Şu sıralar çok eski bir hatıra beni son derece bunaltıyor. Geçen gün kafamda bütün açıklığıyla canlanıverdi ve o zamandan beri de insanın yakasına yapışıp bir türlü aklından gitmeyen hüzünlü bir musiki nağmesi gibi adamakıllı rahatsız etmeye başladı. Halbuki ondan kurtulmam lazım. Buna benzer yüzlerce hatıram var; zaman zaman bunlardan biri durup dururken canlanıp beni ezmeye başlıyor.

* Hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öylesine kopuğuz ki, gerçek “canlı hayata” adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek “canlı hayat” bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi, ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir… sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına girmeye can atarız.

* Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz.

* Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz.



20. yüzyıl roman anlayışına imzasını atan tam adıyla Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 1821 yılında Moskova’da doğdu, 1881’de Sankt Petersburg’da vefat etmiştir.İnsanın iç dünyasının en gizli kalmış yönlerini yansıtan eserler vermiştir.

1846’da ilk romanı İnsancıklar'ı yazdı. Eserini okuyan Nikolay Nekrasov romanı "başyapıt" olarak tanımlar ve romanın el yazmalarını yakın arkadaşı ve döneminin saygın eleştirmenlerinden Belinski'ye götürür. Belinski de romanı kısa sürede okur ve yeni bir Gogol doğdu der ve Dostoyevski üne kavuşur.1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile tutuklandı. On ay hapisanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü. Cezasını çekmesi için Sibirya'da bulunan Omsk Cezaevi'ne gönderildi. Burada geçirdiği dört yılın ardından er rütbesi ile hizmete verildi. Subaylığa kadar yükseldi.

📌 Kronolojik Sırayla Dostoyevski Okuma Rehberi 📖 * İnsancıklar (1846) (İletişim Yayınlayları) * Öteki (1846) (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) * Ev Sahibesi (1847) ( İş Kültür yayınları) * Beyaz Geceler (1848) (Can Yayınları) * Stepançikovo Köyü (1859) (İş Kültür Yayınları) * Ezilenler (1861) (İş Kültür Yayınları) * Ölüler Evinden Anılar (1862) ( İş Kültür Yayınları) * Yeraltından Notlar (1864) (İş Kültür Yayınları) * Suç ve Ceza (1866) (Can Yayınları) * Kumarbaz (1867) (İş Kültür Yayınları) * Budala (1869) (İş Kültür Yayınları) * Ecinniler (1872) (İş Kültür Yayınları) * Bir Yazarın Günlüğü (1873) (YKY) * Delikanlı (1875) (İletişim Yayınları) * Karamazov Kardeşler (1881) (İş Bankası Kültür Yayınları) 📌 Henri Troyat "Dostoyevski Biyografisi" (İletişim Yayınlayları)




Engin Günaydın'ın başrolünde oynadığı Başkent Ankara'da çekilen 2012 yapımı Zeki Demirkubuz filmi 'Yeraltı', Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar' kitabından uyarlanmıştır.





JACK LONDON ''BEYAZ DİŞ ''



#JackLondon #BeyazDiş 📚
Beyaz Diş özgün adı ile White Fang, Jack London'ın kahramanı vahşi köpek olan romanlarından biridir. Beyaz Diş ilk olarak 1906'da The Outing Magazine adlı dergide tefrika edilmiş daha sonra da kitap olarak basılmıştır.
Amerikalı realist yazarlarlardan biri olan Jack London, Alaska'daki günlerinde altın arayıcılarını taşıyan köpekleri inceleyip şahit olduklarını kitaplarına aktarmıştır.
Belgesel nitelikte başlayan eser; hayat, vahşi doğa, aşk, yuva, insan ve hayvan arasındaki acımasız ilişki ve hayatta kalma mücadelesini anlatıyor.
Romanda hayvanlarla insanların ortaklaşa yaşadıkları coğrafyada meydana gelen olayları ve vahşi doğa koşullarını gerçeklikle tasvir ediliyor.
Yarı köpek yarı kurt olan Beyaz Diş’in farklı efendileri ile yasadıkları, hayatta kalma mücadelesi ve en sonunda evcilleşme süreci anlatılmaktadır.
Beyaz Diş'in hayatı ve yapısı; iyi veya kötü olan sahiplerinin davranışlarıyla şekillenir, farklı durumlara farklı koşullara uyum sağlamaya çalışması ve bu süreçteki çetin mücadelesi konu edilmiştir.
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın bakış açısıyla, hem doğal hayatı hem de insanların dünyasını anlatır. İnsanlar ve hayvanların eziyetiyle karşılaşan ve hayatta kalmak için içgüdülerinin rehberliğine sığınan Beyaz Diş, vahşi hayat ile evcilleşme arasında sıkışıp kalır. Vahşi yaşam ve insan davranışının hayvan üzerindeki etkisiyle içinde vahşet uyandıran, sevgisiz, merhametsiz bir şekilde eğitilen Beyaz Diş'in hayatı son sahibiyle çok farklı bir boyuta ulaşır; ona sevgiyi, bağlılığı öğreten efendisiyle mutlu bir yaşama kavuşur.
Romanda doğadaki her canlının vahşi bile olsa sevgiye muhtaç olduğunu, sevgiyle ve şefkatle yaklaşılan hayvanların vahşi de olsa evcilleştirilebileceğini vurgulanır.

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Hareketi sevmezdi çünkü soğuk. Yaşam demek hareket demektir ona göre, yaşam harekettir çünkü. Oysaki soğuk, hareketin her türlüsünü kötürümleştirmeye kararlıdır. Sular denize dökülmesin diye ırmakları dondurur, ağaçların taa iliğine kemiğine işler, özsuyunu dondurup kurutur. Ama asıl insanoğluna düşmandır o; çünkü insan, yaratıkların en devingenidir, durağanlığa karşı sürekli bir başkaldırma içindedir ve işte bu nedenledir ki soğuğun özellikle yere sermeye can attığı bir yaratıktır.

* Açlığın yol açtığı bir istekti onunki; kurdun dişleri kadar acımasız, buz kadar keskin bir istek.

* Vahşi Doğanın en acımasızca ve korkunç saldırısı ise insanoğluna olur, onu itaat etmeye zorlar. Yaşama isteği asla tükenmeyen ,tüm hareketlerin nihayetinde durması gerektiği kuralına her daim başkaldıran insanoğluna...

* Oysa büyümek hayat demekti ve hayat her zaman ışığa doğru gitmekti.

* Vahşi hayat, vahşi hayattı. Annelik ise ister vahşi hayatta olsun, ister olmasın annelikti, yırtıcı bir korumacılıktı..”

* Korku! Hiçbir hayvan, vahşi hayatın bu mirasından kaçamaz veya azığını feda ederek ondan kurtulamazdı.

* Hayat, şaşırtıcı bir yerdi. İçinde hayatın kıpırdanışını hissetmek, kasların hareketlerini fark etmek, sonsuz bir mutluluk kaynağıydı. Av peşinde koşmak, büyük bir heyecan ve korku veriyordu. Öfkeler ve savaşlar, aynı zamanda haz veren şeylerdi. Hatta korku ve dehşet ile bilinmeyenin gizemi bile bu hayata bir şey katıyordu. Bir de bazı rahatlıklar ve doyumlar vardı. Dolu bir mide, tembel tembel güneşin altında yatmak gibi şeyler çekilen bütün zahmetlerin, verilen bütün emeklerin zaten bir de kendi karşılığı vardı. Hayatın dışavurumuydu bunlar ve hayat, kendini dışa vurduğunda her zaman mutludur..

* ... dünyaya egemen olan kanunu iyi biliyordu: Zayıflar ezilir, güçlülere itaat edilirdi.

* İnsan yenildiğini düşünürse, yarı yarıya öyle sayılır.

* Hiç kimse kişiliğine uymayan bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

* Dişisine kötü davranan tek hayvan insanoğludur.

* Kendi yalnızlığı içinde fazla ağırbaşlı olmuş, fazla vakurlaşmıştı; hatta utangaçtı. Suskunluğu, mesafeliği, ve somurtkanlığı benimseyeli çok olmuştu.

* Sanki beyin diye bir şey yoktu vücudunda.

* Kendisine gülünmesine hiç dayanamıyordu. İnsanların kahkahası nefret edilesi bir şeydi.

* Sevgisi bir tür tapınmayı andırıyordu; sağır, dilsiz, sessiz ve çılgınca bir hayranlıktı. Aşkını sadece gözlerinin sabitlenmiş bakışlarıyla ifade ediyordu.







John Griffith London, Amerikalı gazeteci ve roman yazarı.
12 Ocak 1876 ' da San Francisco ' da doğmuştur.
Jack London, 22 Kasım 1916 tarihinde, 40 yaşındayken böbrek yetmezliğinden hayatını kaybetmiştir.
İlk kitabı 'Kurt Dölü' 1900 yılında yayınlandı.
Eserlerinde yaşam kavgasını romantik bir bakış açısıyla anlatır, çoğu eserinde kapitalizmi sert bir şekilde eleştirir. Melankolik ve maceracı bir hayat tarzı vardır.
Etkili bir konuşmacı olarak sosyalizm ve diğer ekonomik, siyasi konularda konuşmacı olarak bulunmuştur. 17 yıllık yazarlık serüveninde 50 eser bırakmıştır.

Bazı Eserleri:
A Son of the Snow (1902)
Children of the Frost (1902)
Vahşetin Çağrısı (1903)
Deniz Kurdu (1904)
The Game (1905)
Beyaz Diş (1906)
Ademden Önce (1907)
Demir Ökçe (1908)
Martin Eden (1909)
Yanan Gün Işığı (1910)
Adventure (1911)
The Scarlet Plague (1912)
The Abysmal Brute (1913)
Ay Vadisi (1913)



#BeyazDiş📖
ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR :

* Dişisine kötü davranan tek hayvan insanoğludur.

* Bir kimse kişiliğine uymayan bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

* Yaptıklarının nedenlerini araştırma zahmetine kimse girmiyordu.
Sadece sonuçlarını görüyorlardı.

* İnsan yenildiğini düşünürse, yarı yarıya öyle sayılır.

* Dünyaya egemen olan kanunu iyi biliyordu: Zayıflar ezilir, güçlülere itaat edilirdi.

* Bir bakış yeter anlatmaya her şeyi...
Onun sevgisi bir tür ibadet gibiydi; dilsiz,kendini ifade etmekten aciz, sessiz bir tapınmaydı. Yalnızca göz kırpmadan bakarak ifade ederdi sevgisini...

* "Acınası bir yalnızlık içinde acı acı ağlayıp
duruyordu."

* Hiç kimse kişiliğine uymayan bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

* Onun hükmü altına girdiğine memnundu. Doğasının derinlerinde hiç el değmemiş noktalar vardı. Gelecek bir tatlı söz ya da okşayan elinin bir dokunuşu bu noktalara uzanabilirdi.

* Bir şeyi anlamanın tek yolu denemektir.

* Bütün canlılar gücü sever.

* Bu dünya bomboş ve maddi çıkarların geçerli olduğu bir dünyaydı! Kaba, sert, acımasız ve soğuktu! Sevgiden, okşamadan, sevecenlikten eser dahi yoktu.