* Canlılık denen şeyin nasıl olduğunu, nerede bulunduğunu bile bilmiyoruz. Elimizden kitaplarımızı alsalar, şaşkınlıktan artık hangi yola gideceğimizi, kimi destekleyip kimden sakınacağımızı, kimi sevip kimi hor göreceğimizi bilemeyiz. Bize insan olmak, etiyle kemiğiyle canlı bir insan olmak bile zor geliyor. Yokmuşuz gibi davranmayı seviyoruz. Biz aslında ölü doğmuş insanlarız, zaten çoktandır canlı olmayan babalarımızdan ürüyoruz ve bu durumdan gittikçe daha çok zevk alıyoruz. Yakın bir zamanda tamamen düşünceden doğma yaratıklar olma yönünde ilerliyoruz.
* Her şeyi büyütüyorum, bu yüzden de yaşam yolunda hep aksıyorum.
* İnsan önce kendisi yaşamayı öğrenmeli ki, ondan sonra da başkalarını kınayabilsin.
* Köşemde yıllarca yalnız yaşayıp biriktirdiğim düşüncelerimi birine açmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum.
* Hayatımı kökünden değiştirecek bir olayın gerçekleşeceğine dair bir inanç vardı içimde. Böyle şeylere alışık olmadığımdan mıdır nedir, ufak da olsa bir olayın yaşantımı tümüyle değiştirmesini bekleyip durmuşumdur.
* Ya kahraman olacaktım ya da çamura batacaktım, benim için ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu işte.
* Kıyafet etki bakımından o kadar önemlidir ki, size sınıf atlattırır.
* "Ben yalnız ve farklıydım, onlarsa beraber ve birbirlerine benziyorlar" diye düşünürdüm.
* Kasvetli, dağınık ve yabani denecek kadar yalnız bir yaşamım vardı. Kimseyle görüşmüyor, konuşmaktan kaçıyor, gitgide daha da kabuğuma çekiliyordum.
* Yazı yazmak da bir çeşit iştir. Çalışan insanın daha erdemli ve iffetli olacağını söylerler.
* İnsanoğlu hercai gönüllüdür, tutarsızdır; kim bilir Belki de satrançtaki gibi hedefi değil yolu hedefler. Belki de – emin olamayız kuşkusuz– yeryüzündeki herkesin yöneldiği tek hedef; hedefe varmak değil, hedef yolunda harcanan çabadır, yani hayatında kendisidir. İki kere ikinin dört etmesi hedefi değil, ölümü işaret eder. O yüzden insan bu formülden her zaman korkmuştur, hatta ben şimdi bile korkuyorum. İnsan ömrünün bunun peşinde geçirir, okyanusları aşar, seve seve yaşamını harcar, fakat diğer yandan da büyük bir korku içinde bekler; zira onu bulunca arayacağı başka hiçbir şey kalmayacaktır.
* Asıl mesele yolun güzergahı değil, yalnızca gitmektir ve doğanın uslu çocuklarının mühendisliği, çalışkanlığı ve yaratıcılığı es geçip, tembelliğe teslim olmamasıdır. Şüphesiz ki; insanoğlu yaratmayı, yeni yollar açmayı sever. Peki ama neden yıkmayı da, parçalamayı da, kargaşayı da bir o kadar seviyor? Yanıtlayın hadi! Bu konuda söyleyeceklerim var. Yıkmayı, parçalamayı içten içe sevmesinin nedeni (bundan bir tür zevk duyuyor olsa gerek) hedefe varmaktan, yaratmakta olduğu yapıyı bitirmekten gizlice bir korku duyuyor olması olabilir mi? Belki de yaptığı eseri yakından değil yalnızca uzaktan sevmektedir...
* İnsanlar sisteme ve soyut şeylere öylesine bağlıdırlar ki, kendi görüşlerini haklı çıkarmak için; gerçeği bile bile çarpıtıp, gözlerini ve kulaklarını kapatıp öyle savunmaya geçerler.
* İnsanlar eğitildikleri takdirde asıl çıkarlarının farkına varır- gözleri açılır- kötülükten uzaklaşırlar, zamanla iyi ve erdemli birer insana dönüşürler; çünkü gerçek amacının farkına varan kişi, asıl çıkarının erdemde olduğunu görür ve bir nevi zorunlu olarak iyi şeylere kalkışır;eh, kimse kendi çıkarıyla ters düşmek istemez.
* Belki de ben hiçbir şeye tam anlamıyla başlayamadığım ve bitiremediğim için kendimi akıllı zannediyorum. Ben de herkes gibi geveze, boş konuşan, zararsız, can sıkıcı bir adam olsam ne olur? Her akıllı insanın kaderi geveze olmak ve havanda su dövmekse yapacak ne var elimizde?
* Bir işe kalkıştığınız sırada sakin, huzurlu ve şüphesiz olmalısınız. Peki, ama ben bu huzura nasıl ulaşacağım? Nerede bulurum onları ben? Düşünmeye başlıyordum, kafamdaki ilk düşünceler beni bir diğerine sürüklüyor, sonra tekrar bir diğerine ve bu şekilde düşüncelerim bir türlü sonu gelmeyen bir etkileşime giriyordu. İşte anlamaya çalışmanın ve düşünmenin gerçek yüzü buydu.
* Kendi kafamda maceralar yaratıyor, bambaşka bir hayat kurguluyor, bu şekilde hiç değilse yaşamayı - hayatta kalmayı - başarıyordum. Defalarca, yok yere bir şeylere incindiğim olmuştur. Gerçekte incinmem için hiçbir sebep olmadığı hâlde, kendimi öylesine inandırıyordum ki; sonunda kendimi tamamıyla kırgın ve gücenmiş hissediyordum. Zaman içinde bu şey beni içine öylesine çekti ki; kontrolümü yitirmeye başladım. Çok büyük bir arzuyla âşık olmayı denedim, hem de iki kez. Öyle ki, inanır mısınız bu yüzden acı çektim. Ruhumun derinlerinde bir şey acı çektiğime inanmaz, benimle alay ederdi ama ben acıdan kıvranmaya devam ederdim, gerçek bir acı çekerdim, öylesine kıskanırdım ki; âdeta delirirdim. Bütün bu olanlar can sıkıntısından oluyordu, baylar; hareketsizliğim beni bir böcek gibi eziyordu.
* Size yemin ederim ki, gereğinden fazla anlamak bir hastalıktır; gerçek bir hastalık.
* Hür iradesi, arzusu olmayan, istemeyi bilmeyen insanın org silindiri üzerindeki cıvatadan ne farkı vardır ki?
* İnsanın kasten, şuurlu olarak zararlı, manasız, hatta son derece budalaca bir arzuya kapıldığı bir durum, tek bir durum vardır: Yalnız akla uygun şeyler istemek zorunda kalmayıp, ne kadar manasız olursa olsun istemek hakkına sahip olmak. Bu manasız istek, hele bazı hallerde bizim için bütün dünya nimetlerinin üstünde bir değer kazanabilir.
*Öç almak isteyen veya genel olarak kendini korumasını bilen dişli kimseler bunu nasıl yapar? Böyleleri kendilerini öç hissine kaptırdılar mı, bu duygu varlıklarında her şeyi siler süpürür. Böyle bir adam kudurmuş bir boğa gibi, boynuzlarını öne eğerek hedefe doğru atılır ve ancak önüne çıkan bir duvar onu durdurabilir.
* Şuurun meşru mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir.
* İnsan kendi kendine karşı tamamıyla samimi olabilir mi?... Heine inandırıcı bir otobiyografi yazmanın hemen hemen imkânsız olduğu, insanın kendisi hakkında mutlaka birtakım yalanlar uyduracağı iddiasındadır. Ona göre örneğin Rousseau, itiraflarında mutlaka yalanlar uydurmuş, hatta gururu yüzünden bunu bile bile yapmıştır. Heine’nin haklı olduğuna ben de inanıyorum; gerçekten, insanın bazen sırf gurur yüzünden kendi kendini cinayete varıncaya kadar çeşitli yalanlara bulaştırabileceğini biliyor, bunun ne çeşit bir gurur olduğunu da gayet iyi anlıyorum. Fakat Heine, itirafını topluma sunan biri hakkında yargı veriyordu. Halbuki ben yalnız kendim için yazıyorum; okuyuculara hitap edişim bunun daha kolay bulduğum bir yazış şekli olmasından ileri geliyor, bunu kesin olarak bir daha belirteyim. Evet, sadece üslup meselesidir, yoksa yazdıklarımı kimse okumayacak.
* İnsanın gerçek ıstıraptan, yani yıkım ve kaostan asla vazgeçmeyeceğine eminim. İdrakin biricik kaynağı ıstıraptır. Başlangıçta idraki insanın baş belası saydığımı söyledim, ama insanın bunu sevdiğini, dünyadaki hiçbir hazza değişmeyeceğini de biliyorum.
* Şahsi kanaatime göre, yalnız refahı sevmek biraz ayıptır bile. İyi midir, fena mıdır orasını bilmem ama, bazen bir şey devirip kırmanın da kendine göre tadı oluyor. Bu bakımdan ne başlı başına refahı ne de ıstırabı tutarım. Ben... şahsi kaprisimden, onu her istediğim anda tatmin edebilmek imkânından yanayım. Istırabın vodvillerde yeri olmadığını biliyorum. Billur saraya ise büsbütün yakışıksız düşer: Istırap, şüphe ve inkâr demektir; içimizde şüphe uyandıran bir billur saray tasavvur edilebilir mi?
* İnsan yapıcıdır, yeni yollar açmayı sever, bu su götürmez bir gerçektir. Fakat neden acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi kaos haline getirmeye bayılır? Haydi buna cevap verin bakalım! Bu konuda ayrıca birkaç söz söylemek istiyorum. İnsanın her şeyi yıkıp kaos haline getirmeyi sevmesi (bazen bunu yapmaktan zevk aldığı inkar edilemez), üzerinde uğraştığı yapıyı bitirmekten, gayesine ulaşmaktan içgüdüsel olarak ürkmesinden mi kaynaklanıyor yoksa?
* Her insanın hatıralarında, herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği taraflar vardır. Hatta dostlara bile açılamayacak, insanın yalnız kendine saklayacağı sırları da bulunur. Bunlardan başka, kendi kendimize bile açmaktan çekindiğimiz konular da vardır ki, bunların sayısı şerefli bir insanın dağarcığında bile hayli kabarıktır. Hatta daha doğrusu, bunlar sahibinin haysiyeti ölçüsünde artar.
* Şu sıralar çok eski bir hatıra beni son derece bunaltıyor. Geçen gün kafamda bütün açıklığıyla canlanıverdi ve o zamandan beri de insanın yakasına yapışıp bir türlü aklından gitmeyen hüzünlü bir musiki nağmesi gibi adamakıllı rahatsız etmeye başladı. Halbuki ondan kurtulmam lazım. Buna benzer yüzlerce hatıram var; zaman zaman bunlardan biri durup dururken canlanıp beni ezmeye başlıyor.
* Hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öylesine kopuğuz ki, gerçek “canlı hayata” adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek “canlı hayat” bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi, ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir… sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına girmeye can atarız.
* Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz.
* Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz.