30 Kasım 2020 Pazartesi

İHSAN OKTAY ANAR "PUSLU KITALAR ATLASI"



#İhsanOktayAnar 📚

Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar'ın yayımlanmış ilk romanıdır ve Türk Edebiyatı'nda felsefi romana ilk adımı İhsan Oktay Anar atmıştır. Yazıldığı teknik, içerdiği konular, tarihi, felsefi ve fantastik öğeleri bir arada bulundurması açısından önemli bir eserdir.

Roman 17.yy Kostantiniye’de (İstanbul) geçmektedir. Korsan Arap İhsan Efendi, İstanbul’a hayatını kurtaran Rendekar’ın “Zagon Üzerine Öttürme”  (Descartes "Yöntem Üzerine Konuşma") isimli kitabının çevirisini yaptırmak istemektedir. Arap İhsan’ın yeğenini ziyaret etmesiyle olaylar başlamaktadır, yeğeni Uzun İhsan Efendi seyyahlar gibi dünyayı gezmek ve haritalar çizmek isteyen ancak mahallesinden çıkacak cesareti olmayan biridir. Cesaretinin olmayışından da uyumasını sağlayan bir sıvı içerek uzun uykulara dalmakta ve çeşitli rüyalar görmektedir. Gördüğü bu rüyaları ise bir atlasa yazmaktadır. Uzun İhsan Efendi dayısı Arap İhsan Efendiye getirilen çeviriyi okuduktan sonra hayatında köklü değişimler yaşanmaya başlamıştır ve gerçekliğin doğası üzerine düşünmeye başlamıştır, varlık mı gerçek düş mü sorgusuna kapılan Uzun İhsan’ın uyku şurubu içip uykuya yatması  düşler görmesi ana hikaye çerçevesinde baba Uzun İhsan ve oğlu Bünyamin’in gördüğü düşleri iç içe öyküler şeklinde anlatan bir teknikle yazılmıştır. Altı bölümden oluşan romanda ana öykü ve ana öyküye bağlı diğer öyküler vardır. Romanın kurgu ve gerçekliği sorgulayan doğası, yaşanan olayların ikinci planda kalmasına yol açar. Üstkurmaca ilkesi temelde, romanın varoluş sürecini ve varoluş amacını okuyucuya sezdirmektir. Romanın görevi, kendi varoluşunu ve bu süreci anlatmaktır.Romandaki Uzun İhsan karakteri, üstkurmacanın ortasındaki kişidir. Gerçek ve kurmacanın arasında dolaşıp durur, roman boyunca yaşanılan her şey, görülen kahramanlar Uzun İhsan Efendi’nin zihninde dönüp duran bir düşten ibarettir. Yazarın, romanı yazma eylemine okuyucuyu da dâhil etmesi postmodern romanın temel esaslarındandır. Yazarın amacı hiçbir zaman gerçeği ve gerçekliği yansıtmak olmamıştır. 


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* .. Her taraf karanlıktı. Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, bu karanlığın ta kendisi değil miydi?

* Düşlere dokunmak mümkün olabilir mi? Sana bu yüzden hem çok yakın, hem de çok uzağım.

* Sanki kasıtlı olarak karşıma çıkarılmıştın. Bu yüzden seni yakından incelemek istedim. Böylece güçsüzlüğün ve silikliğin ne olduğunu öğrenme fırsatı buldum. Aynı zamanda gücün ve her türlü iktidar tutkusunun da ne kadar büyük bir erdemsizlik olduğunu da bu sayede gördüm. Hayatta kalmak için bizler kadar çaba göstermiyordun. Yokedilmeye belki çoktan razıydın. Senin amacın varlığını sürdürmek değil de sanki bambaşka bir şeydi. Sen bir şahittin. Evet, artık bundan eminim. Kesinlikle bir kahraman değildin. O küstahça sözlerini de sanki biri kulağına fısıldıyor ve benimle adeta alay ediyordu. Sanki benim, onların ve herkesin başına gelen bütün şeyler senin görmen, öğrenmen içindi. Güçsüz biri olan sen, her çeşit iktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. Çünkü olaylara müdahale etmeden hepimizi gören, seyreden sendin. Seni ezdiğimizde ağlıyordun. Güçsüzlük belirtisi olarak yorumlanabilen bu şey aslında senin yaşamındı. Oysa biz taşlar kadar güçlü, bir o kadar da cansızdık. Gücün kendisinin ölüm olduğunu senden böylece öğrendim. Çünkü seni seyrettim. Ah! Keşke dünyayı da senin gibi seyredip, senin ona baktığın gibi bakabilseydim! Oysa ben ona bir güç malzemesi olarak bakıp onda kendi karanlığımı gördüm. Hayatım boyunca gördüğüm en iyi, en güzel şey sendin..

* Sana karşı hissettiklerimi anlatmama imkan yok. Bir duygu, anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten.

* Ötedünyada bir tek şey hissedeceğime eminim: Utanç. Belki de yıllardır, Kıyametten değil, bu duygudan kaçıyordum.

* "Görüyor musun?" dedi, "Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. Görmek, duymak, bilmek ve öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve sessizliği algılayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor. Onu katleden bu insanlar evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına Kubelik’in acı sonunu ibretle anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar."

* "Sence tabiata etki eden kuvvetler içinde en büyüğü hangisi?"

"Emin değilim. Ama sen bunun akıl olduğunu söyleyeceksin galiba."

"Doğru cevabı verdin. Evet, akıl. Ateş dediğimiz güç nasıl ki odunla beslenirse akıl da bilgiyle beslenir."

* Gördüğün her şeyi merak etmeni anlayışla karşılıyorum. Ne var ki soruların cevabını öğrenebilmen için önce buna layık olduğunu göstermen gerekir. İçimden bir ses seni sınava çekmemi söylüyor. Belki de aynı ses sana bütün soruların cevabını fısıldayabilir. Ama belki de böyle bir yola başvurmadan bizzat sen bütün cevapları öğrenebilecek kadar güçlüsündür.

* Mesele, bu kez akılla değil duyguyla ilgiliydi.

* Hata yaptığı anda servetini, hatta canını kaybedebilecek olmayan insanların fikrine güvenilmez. Çünkü malı, canı, sevdikleri tehlikede olmayan biri doğru düşünemez. Bilgi tehlike ile ölçülür dediğimde kastettiklerim bunlardı.

* Bilgi tehlike ile ölçülür...

Bilgi doğru olmak zorundadır ve bilgin, hata yapmaktan ölümden korkar gibi korkar.

* "Eğer bu dünyadaki en büyük amacın bilmekse, daha öğreneceğin çok şey var. Belki de bunları benden öğreneceksin. Çünkü bazıları bilgiyi medresede, bazıları viranelerde ararken ben onu başka bir yerde arıyorum. Peki sen nerede arıyorsun?"

"Dünyada"

* Ben bu dünyaya bilmek için geldim. Benim için kutsal bir şey varsa o da bilgidir, gerek bu dünyanın, gerekse öte dünyanın bilgisi. Bu yüzden öğrendiklerimi akıl terazisinde tartıp doğru olup olmadıklarına bakarım.

* Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyolardı...

Dünyanın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kuran’ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı, dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya'nın şahidi olmaktı.

* Adına Dünya dediğimiz kitabı oku.

* Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O'nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olamadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yolaçmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ..

* Cevaplarını bulamadığı sürece yaşadığı bu tuhaf dünyanın, alaca renkler ile dolu devasa bir boşluktan pek farkı olmayacaktı.

* Uykunun bir uyanış ve düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasını meşgul etmeye başlamıştı

* Amaç, şüpheye götürmeyecek ilk kesin bilgiye varmaktı. Her bilgiden şüphe eden Rendekâr, şüphe ettiğinden şüphe edemiyor ve bundan da kendisinin var olduğu sonucunu çıkarıyordu ...

Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı.

* Kostantiniye "İstanbul"

Her milletten, her tabakadan, huyları, dinleri, dilleri farklı, fakat amaçları aynı olan insanların bulunduğu yerdi burası.

* Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, çiçekleri, kuşları ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam Dünyanın kendisini hiç görebilir mi?

* Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve er-bab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-i Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.

* Mutlu yazar, azdır. Belki de yoktur. Ama mutlu okur vardır.

* Sanatın ifade edemediği hiçbir şey yoktur.






13 Kasım 2020 Cuma

OĞUZ ATAY "TUTUNAMAYANLAR"





#OğuzAtay 📚

Oğuz Atay'ın ilk romanı olan Tutunamayanlar, TRT Roman Ödülü'nü kazanmış, Türk Edebiyatı'nın ilk postmodernist romanı olarak nitendirilir.

Marksist bir ideolojiyle kaleme alınan eser de romanın kahramanı da yazarın kendisi gibi bir mühendistir, bazı noktalardan Oğuz Atay’ın hayatından izler de taşınmasıyla kitap bir nevi otobiyografik bir özellik taşır. 

Kurmaca içinde kurmaca, diyalog içinde diyalog barındıran roman bilinç-akışı tekniğiyle yazılmıştır. 

Tutunamayanlar, yap-boz misali oluşan olay örgüsü içerisinde yoğun duygu ve düşüncelerden, monologlardan, derin psikolojik analizler ve ruhsal çözümlemelerden oluşur.

Tutunamayanlar; Turgut Özben adlı bir mühendisin, neye tutunmaya çalışırsa çalışsın anlamsızlık girdabına düşen, kendisiyle, aşkları ve arkadaşlarıyla, hayatının amacıyla girdiği "sessiz" muharebeyi kaybederek intihar eden üniversite arkadaşı Selim Işık’ın ölüm nedenini çözmeye, arkadaşının hayatını ve kendisini anlamaya çalışması neticesinde yön bulur. Turgut Özben, başlarda arkadaşının intihar olayının kendi meselesi olmadığını düşünsede bir süre sonra olay tüm benliğini sarar ve nedenleri niçinleri sorgulayarak Selim’i düşünür ve içten içe onunla konuşur. Selim’i intihara neyin sürüklemiş olacağını araştırmaya koyulur.

Roman, birinci bölüme geçmeden evvel sonun başlangıcıyla başlar. 

Tutunamayanlar’ın birinci bölümünde üst anlatıcının ifadesiyle mühendis Turgut Özben'in hikâyesi başlar. Romanda anlatıcı sürekli el değiştirir. Turgut Özben’in iç diyalog ve monologları roman boyu devam eder. Monologlar devam ederken iç sese "Olric" ismi verilerek anlatıcı farklı bir boyut daha kazanır. 

Romanın kurgusu "oyun" kavramı üzerinde şekillendirilir. Kahramanlar hayatı bir oyun olarak algılarlar. Ve oyun yenilgiyle neticelenir.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İlk yalanı söyledikten sonra bir daha konuşmamalı insan.

* Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.

* Beni bir gün unutacaksın bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaradan çıkarma beni alışkanlıklarını özellikle yalnızlığa alışkanlığım kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim

* Seni tanımadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırdım derdi resim yapmayı sevdiğim halde denizin mavisini bilmezdim yaprağın yeşilinin her mevsimde değiştiğine dikkat etmemiştim seni tanıdıktan sonra o güne kadar tabiat resmi yapmayı sevmediğim halde bir ağaç bir yaprak ve küçük bir ot bile çizmiş olmadığım halde ve daha çok kitaplardan kopyalar yapmakla yetindiğim halde ve insan resimlerini fotoğraflardan kareyle büyütmeyi kolayıma geldiği için tercih ettiğim halde seni tanıdıktan sonra gözleri yeni açılmış bir küçük hayvan gibi çevreyi şaşkın ve hayran bakışlarla insanı ve insan olmayanı ayırmadan incelemeye başladım ve kalemi iğne uçlu mürekkepli kalemi ve resim kağıdını alarak kırlara açıldım ve eskiden kurşunkalemle çalıştığım zamanlardan yani tarihlerden önce çizgilerimdeki kararsızlık yüzünden kağıdı sonsuz çizgilerle silip tekrar çizdiğim çizgilerle silgi izleriyle kararttığım halde doğrudan doğruya çini mürekkeple çalışmaya başladım hiç silmeden seçtiğim ağaçları evleri gökyüzünü yolları otları hele bu kadar ilgi çekici olduklarını ve büyük bir sevgiyle çizilebileceğini düşünmediğim otları ve toprağı yeni bir gözle daha doğrusu ilk defa çizebileceğimi hissettiğim bir gözle görmeye başladım ve ilk anda ışık ve gölge meselelerini hallettiğim söylenemezse de duyuş bakımından ve her şeyi sanki onların arasındaki gizli ilişkiyi sezmişçesine sürekli bağlantılarla yerleştirme bakımından kağıda geçirmeyi becerdiğim söylenebilirdi ve bunu sevginin bana kazandırdığı üçüncü göz olarak adlandırdığımı ifade ettiğim zaman bana kızmış ve alay ettiğimi senin duygularını hafife aldığım için uydurduğumu söylemiştin oysa bendeki tutukluğun senin yanında nasıl azaldığını bilsen evet senin yanında korkularımı benim dışımda var olan ve her zaman benden gizlenen şeyler karşı duyduğum korkuları onların yabancı ve düşmanca bir inatla bana sırlarını vermemelerinden duyduğum belirsiz sıkıntıları unuttuğum doğrudur derdi

* “Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.

* Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.

* Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: “Buraya kadar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, “daha önce haber vermiştik” derler. “Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik.”

* Ne imla,

Ne satır arası,

Ne paragraf,

Boşluk yok Olric.

Dopdoluyum.


* Eskiden güneşin doğuşu ile korkularım dağılırdı. Şimdi her sabah yeni korkularla uyanıyorum.

* Çok beklemiştim. Hayatımın başı ve sonu belliydi; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıyım. Oyalanacak durumum yoktu. Ezberlemiş olduğum bütün şiirleri okumalıydım, bütün kavgalarımı çıkarmalıydım, bütün kuruntularımı ortaya dökmeliydim.

* Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz. İnsan yerine bir yığın kuklalar yaratıyoruz.

* Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik.

* Bana yaşamayı öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. İnsan, kendi bulurmuş doğru yolu. Ben bulamazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler. Başka türlü bir itinayla tutmalıydılar beni. Daha fazla değil, farklı.

* Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi tekme atamazsa onun insanlığı nerede kalır?

* Her şeyi duyuyoruz, hiçbir şeyi bilemiyoruz Olric.

* Benim gibi az gelişmiş bir ilkokul öğrencisinin de başarabileceği tek şey buydu. Kötülüğe kayıtsız kaldım; ona içimde yer vermedim. Kara ekmeği yemek zorundaydım; ama kötü şiir okumadan da yaşayabilirdim.

* Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim” dedi: Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: “Seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda…”

* Demek ki yolda durmak mümkün olmuyordu; böyle bir hürriyet yoktu. Sadece sürüklenme, kalabalığın arasına kapılma hürriyeti vardı.

* Sen öldün: ben de koridorlarında, anlamsız bekleyişlerin içinde ölüyordum. Gerçekten öldün mü Selim? Bu yalnızlık dolu koca dünyada bütün tutunamayanları öksüz bırakıp gittin mi?

* Bütün hayatımızı yersiz çekingenliklerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti yalnız kafamızda mı yaşayacağız?

* Ne kadar acıyorum kendime; bu yüzden başkalarına acımaya fırsat bulamıyorum. Bütün acımamı kendime harcadım.

* Demek sen aşkı, sinüs ve kosinüse çok görüyorsun. Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş ile on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulan şeyleri sevebilirsiniz yalnız.

* Değişebilmek. Kendinin bile tanıyamayacağı yeni bir varlık olmak. Bütün canlıların olanca güçleriyle karşı koydukları bir değişim, başkalaşım. Korkutucu ve aynı zamanda çekici bir eğilim. Hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. Değişmek kendine yabancılaşmak demekti.

* Sevmek zor geliyor. Alışmamışım: yoruluyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın  değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım.

* Ne yazık onlar ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifade edilecek,istismar edilecek bir akılsız sayarlar.

* Hayat bir matematik aslında. Kimini acılarla bölüyor,kiminin kalbi mutlulukla çarpıyor,kimi hayatın güzelliklerini topluyor ama en önemlisi insan gidenin arkasından eksiliyor. O yüzden kimseye eksi olmayın çünkü eksi, ama, gibi ondan öncekileri yok etme gücüne sahiptir.

* Bir anlam aramamalı. Anlam kadar insanın hayatını zehir eden bir kavram yoktur.

* Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da anormal dediler.

* Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum.

* Kalbimin atışının yavaşlamasını istiyorum. Yavaş yavaş atsın ki yorulup durmasın.

* Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkıldım.

 



11 Kasım 2020 Çarşamba

OSCAR WİLDE " DORİAN GRAY'İN PORTRESİ "

 Ruhu Şeytana Sattıran Portre




#OscarWilde 📚

Oscar Wilde’ın yaşadığı 19. yüzyıl, sanayinin geliştiği, toplumun küçük bir kesiminin giderek zenginleşirken, çoğunluğun yoksul işsizlerden oluştuğu, suç işleme oranının giderek arttığı

İngiltere’de Viktorya Çağı olarak anılır.

Sanayi devriminin kitlelerde yarattığı tahribatın egemen olduğu Viktorya Dönemi'nde, İngiltere’de katı bir ahlakçılık egemendi.

Yönetimdeki soylu ve zengin sınıf, toplumun diğer kesimlerine dünyadan ellerini eteğini çekmelerinin, dine sarılmalarının, çektikleri çileye sabırla katlanmalarını vaaz ediyordu.

Orta sınıf, küçük esnaf, memurlar ve işçiler yoksulluklarına rağmen, içinde bulundukları durumu sorgulamak yerine, buna boyun eğip, kilise öğretilerine şükranla sıkı sıkıya sarılıyorlardı. Viktorya Dönemi'nde ahlaklı olmayı en çok savunan tutucular, gizliden gizliye kaçınılması gerektiği belirtilen günahların peşindeydiler. Bu çağın ahlakı; soyluların, zenginlerin çıkarlarını koruyan iki yüzlü bir ahlaki anlayışıydı ve

Oscar Wilde "Dorian Gray'in Portresi"nde bu iki yüzlülüğü, toplumunun değer yargılarındaki çıkarcılığı kaleme almış ve dönemi tersyüz etmiştir.

Gotik Edebiyatı'n önemli eserlerinden biri olan "Dorian Gray'in Portresi" ; Oscar Wilde'ın tek romanıdır. Eser; farklı görüşler elde edip, geliştirebilmek ve sorgulama amacıyla, dönemin panoramasını yansıtır ve eleştirir.


Dorian Gray gençliği ve güzelliğiyle insanları büyüleyen bir genç adamdır. Ressam Basil’in gözünde tapılacak kadar güzel ve bağımsız sanatını biçimlendirecek kadar etkilidir.

Herşey ressam Basil Hallward’ın ona tutulup bir portresini yapmasıyla başlar. Dorian bu sayede Basil’in insanları etkisi altına almayı başarabilen bir kişiliğe sahip arkadaşı Lord Henry ile tanışır. Lord Henry de Dorian’in güzelliği karşısında büyülenmiştir. Karşısındakileri etkileme becerisine sahip Lord Henry, hazcı felsefesiyle Dorian’ı da kısa zamanda etkisi altına alacak ve onun sefahat alemlerine sürüklenmesine vesile olur.

Olay örgüsünün oluşmasının başlangıç noktası olan ressam Basil Hallvard, sanata dair müthiş bir yeteneği olsa da hayatında çılgınlık olarak tanımlanabilecek tek şey Dorian Gray’e karşı hissettiği tutku olan sıradan bir kişiliktir. Kurguya yön veren kilit karakterlerden biri olmasına rağmen kitabın büyük çoğunluğunda varlığı değil, gölgesini hissedilir.

Basil'in tutku ateşiyle ortaya çıkardığı büyüleyici taplosu karşısında Dorian Gray'in, tıpkı "Narcissus" gibi kendi görüntüsüne aşık olmasına neden olur.

Basil onun portresini çizdiğinde aklına gelen ilk şey zamanla portredeki gibi genç görünemeyeceği için, tuvale yansıyan güzelliğini bile kıskanır. Lord Henry' nin güzelliğin dünyada en değerli şey olduğunu açıklaması üzerine yaşlandıkça bu güzelliğini kaybedeceğini düşünen Dorian

dehşete kapılır ve simgesel olarak ruhunu şeytana satacak bir dilekte; kendisi yerine bu portrenin yaşlanması, kendisinin ise güzelliğiyle, gençliğiyle bütün zevkleri yaşayabilme arzusunda bulunur.

Dorian Gray’in dileği gerçekleşecektir.

Dorian Gray, çok genç ve tecrübesiz olduğu zamanlarda bile çocuksu bir kibre sahiptir. Kıskançlığı ve güzel olduğunun farkında olmasının getirdiği kibir aslında içinde hep yer ediyor ve Lord Henry yalnızca daha önceden Dorian Gray’in tabiatına sirayet etmiş kötücüllüğü sözleriyle beslemiştir.

Yıllar ilerledikçe Dorian, her türlü hazza yelken açmış, kötülük ve günahlarla bezenmiş bir hayat sürdürmüş ama fiziksel açıdan hiç değişmemiştir, gençliği ve güzelliğini hep korumuştur. Buna karşılık portresi işlediği her günahla biraz daha çirkinleşir, her geçen yıl biraz daha yaşlanır. Öyle bir an gelir ki tablo iğrenç bir iblisin portresine dönüşür. Lanetten kurtulmasının yegane yolu tabloyu yok etmek olduğunu düşünen Dorian Gray aslında kendini öldürür.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

*Vicdan ve korkaklık aslında aynı şeylerdir. Vicdan dediğimiz şey şirketin ticari adıdır. Hepsi bu.

*Bir insanı etkilemek demek, ona kendi ruhunu vermek demektir. Etki altında kalan kişi artık kendi doğal düşünceleriyle düşünemez ve kendi doğal tutkularıyla yanıp tutuşamaz. Erdemleri bile ona gerçekmiş gibi gelmez. Günahları ise , şayet günah denen bir şey varsa, ödünç alınmıştır. Bu kişi, başkasına ait olan bir bestenin sadece yankısı olabilir ya da kendisi için yazılmamış bir rolün oyuncusudur sadece.

*Hayatın amacı insanın kendisini geliştirmesidir. Her birimiz bu dünyaya doğamızın gerektirdiklerini eksiksiz olarak gerçekleştirmek için geldik ama günümüzde insanlar kendilerinden korkar oldular. Görevlerin en yücesini, yani insanın kendisine karşı olan, kendisine güvenmekle ilgili görevini unutmuş durumdalar. Hayır işleri yaptıkları bir gerçek. Açları doyuruyorlar, çıplakları giydiriyorlar ama kendi ruhlarını aç ve çıplak bırakıyorlar.

*Var olan her muhteşem şeyin arkasında, trajik bir olay saklıydı. En küçük bir çiçeğin bile infilak eder gibi açılabilmesi için, dünyada büyük acılar yaşanmalıydı.

*Günümüzde insanlar her şeyi fiyatını çok iyi biliyorlar ama hiçbir şeyin değerinden haberleri yok.

*Benim tanıdığım tüm ressamlar içinde kişisel anlamda hoş olanların tümü kötü sanatçılar. İyi sanatçılar yarattıkları eserlerle vardırlar, o yüzden de kişilik olarak hiç ilginç değillerdir. Büyük bir şair, ama gerçekten de büyük bir şair yaratıkların içinde en şiirsel olmayandır ama alt düzeyde olanlar fevkalade büyüleyicidirler. Kafiyeleri ne kadar berbat olursa, göze o kadar pitoreks görünürler. İkinci sınıf sonelerden oluşan bir kitap bastırmış olmak bu adamları oldukça dayanılmaz kılar. Onlar yazamadıkları şiirleri yaşarlar. Diğerleri ise yaşamaya asla cesaret edemedikleri şiirleri yazarlar.

*Gelişmesi engellenmiş olanın dışında, hiçbir hayat berbat değildir. Bir insan doğasını mahvetmek istiyorsan, yapacağın tek bir şey vardır: Onu kalafata çekmek.

*İnsan başkalarıyla uyumlu olmaya zorlandığında, kendisiyle uyumsuzluğa düşer.

*İnsanların bilge olamayacak kadar çok okudukları ve güzelliklerini kaybedecek kadar düşündükleri bir çağda yaşıyoruz.


1 Kasım 2020 Pazar

HERMANN HESSE "BONCUK OYUNU"



#HermannHesse 📚 #BoncukOyunu 📕

Alman yazar Hermann Hesse'ye Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandıran eseri "Boncuk Oyunu", Doğu - Batı felsefelerinin senteziyle oluşan ütopik bir eyalette ütopik bir düzeni anlatır.

Hermann Hesse’nin başyapıtı, Alman edebiyatına özgü, ilk örneği Goethe’nin Wilhelm Meister'in Çıraklık Yılları (Wilhelm Meisters Lehrjahre ) adlı eseri olan "Bildingsroman" türü; kendini geliştirmeyi amaçlayan çırağın, ustalık evresine erişirken kişilik inşasını, bireyin aydınlanıp kültürlenme sürecini , iç dünyasına yolculuğunu anlatmaktadır. 

Kitabını II.Dünya Savaşı sürerken yazan Hermann Hesse, bu dönemde aydınların olup bitenler karşısındaki duyarsızlıklarını eleştirmeyi amaçlamış, erdemsizlik devri olarak kabul edilen "föyton çağı"nda böyle dönemlerdeki aydınların vurdumduymazlığına tepki olarak insan aklına inanan entelektüel insanları steril bir düzende, yeni elitist bir toplum oluşturmak amacıyla düş dünyasına çeken bulmacalar kurgulanır. Eser elitist aydınlardan oluşan ütopik bir eyalette mistik kavramlarla yüklü bilim, sanat, müzik ve matematikle harmanlanarak oynanan, yazarın düş gücüyle oluşturan fütüristik bir oyun olan Boncuk Oyunu, bu yeni düzenin simgesidir. 

 "Boncuk Oyunu", günümüzden daha ilerde bir zaman diliminde yaşayan boncuk ustası Joseph Knecht’in hayali yaşamöyküsü üzerine kuruludur.

Boncuk Oyunu'nu ve onun gizemli temsilcisinin çıraklıktan ustalığa geçerken iç dünyasında çıktığı yolculuğu ve gerçek dünyayla aralarındaki açıklığı aktarır.

Entelektüel çevrenin steril hayatı onları gerçek yaşamın zevklerinden , acılarından uzak tutarken tarihe olan ilgilerinin yok denecek kadar az olmasıyla gerçek içinde yalan bir dünyanın inşa edildiğini düşünen Boncuk oyunu magistesterinin kendini bu soyut dünyadan koparıp somut yaşama atılmaya karar vermesiyle bitişin başlangıç, başlangıcın bitiş çizgisi arasındaki son yolculuğu ile kapanır.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Bir hayvanda doğanın masumiyetinden az çok bir şeyler saklıdır.

* Bir insanın kültür düzeyi ne denli yüksek, yararlandığı ayrıcalıklar ne denli çoksa, tehlike anında katlanacağı özverilerin o denli büyük olması gerekir

* İnsanların günün birinde kan soyluluğunu ve entelektüel soyluluğu bir araya getirmenin üstesinden gelebileceklerine inanmıyorum, ideal bir aristokrasi olurdu bu, ama böyle bir şey bir düşten öteye gitmeyecektir.

* Dört bir yanda insanlar savaşıyor, canlarından ediyor birilerini, birbirlerinin kentlerini yakıp yıkıyorlardı ve iki taraf ta Tanrı uğruna şeytana karşı savaştığı inancını taşıyordu.

* Gereği gibi çözülmüş bir matematik problemi insana entelektüel haz verebilir; iyi bir müzik onu dinleyen, hele çalan kimsenin ruhunu yüceltebilir, bir erginlik, bir büyüklük bağışlayabir bu ruha; huşu içinde yapılan bir meditasyon insanın kalbini yatıştırıp evrenle uyum sağlayabilecek bir havayla donatabilir

* Bir sonattaki majörden minöre her geçiş, bir mitos ya da kültteki her değişim, her klasik, her artistik anlatım, söz konusu an'ın çakan şimşeğinde ve gerçek bir meditasyon durumunda bakıp gördüğüm kadarıyla evrensel gizin kapısından içeri uzanan dolaysız yoldan başka bir şey değildi; öyle bir giz ki, nefes alıp nefes vermeler, gökyüzüyle yeryüzü, Yin ile Yang arasındaki değişim sürecinde aralıksız gerçekleşip duran bir kutsallığı içeriyordu.

* Faust mizaçlı gençlerle ortalık adeta karınca gibi kaynamıştır; bunlar bilimlerin ve akademik özgürlüğün açık denizine doğru pupa yelken yol almış ve kapıp koyverilen heveskârlıkların yol açtığı karaya oturmaların her türlüsünü yaşamışlardır. Zaten Faust'un kendisi dâhiyane bir heveskârlığın ve bu heveskârlıkta saklı trajedinin prototipidir.

* İnsan yanlış yollara sapabilir, kendini bir bezginliğe kaptırabilirdi; hata işleyebilir, yasaları çiğneyebilir, ama yine de bunlardan kurtarabilirdi kendini, doğru yolu yeniden ele geçirebilir, hatta sonunda bir üstat olup çıkabilirdi.

* Tek amacı, sade ve doğal yaşamı " burnu havada skolastik entelektüalizm"e karşı savunmak, üstelik bunu karşıt görüştekilerin silahlarıyla yapacak durumda olduğunu göstermekti.

* Müziği müzik yapan, bizim kendisinden soyutlayıp çıkardığımız

salt entelektüel titreşim ve figürasyonlar değildir; müzik tüm yüzyıllar boyu en başta duyguların, nefesin dışarı akışının, temponun, nüansların, seslerin birbirine karışması ve değişik enstrümanların bir arada çalışıyla doğup çıkan sürtüşmelerin ve güzelliklerin sağladığı hazdan oluşmuştur. Asıl olan ruhtur kuşkusuz, yine kuşkusuz yeni enstrümanların keşfi ve eskilerin geliştirilip değiştirilmesi, yeni tonalitelerin, yapıcı ve armonik yeni kuralların ya da yasakların müzik kapsamına alınması, çeşitli uluslardaki kılık kıyafet ve moda gibi dışsal bir nesnedir; ama bu dışsal ve duygusal özellikler duygusal yoldan ve yoğun şekilde algılanıp yaşanmalıdır ki, çeşitli dönem ve usluplar bunlara dayanılarak anlaşılabilsin. Yalnız beyinle değil, eller ve parmaklarla, ağızla, akciğerle müzik yapılır, notaları okuyup da bir çalgıyı kusursuz bir şekilde çalmayan kimsenin müzik üzerinde konuşmaması gerekir.

* Tehlikesiz yollar sadece güçsüz kişiler içindir.

* Ortada bir özgürlük vardır, ama yalnızca seçme eylemiyle sınırlıdır bu özgürlük. Seçim sona erdi mi, özgürlüğün de işi biter. Daha üniversitedeyken doktor, hukukçu, teknisyen olacaklar çok sıkı bir öğrenim sürecinden geçer, ardından da bir dizi sınav bekler kendilerini. Sınavları başardıktan sonra bir diplomaya kavuşur ve bundan böyle sözde özgürlük içinde mesleklerinde çalışmaya koyulurlar. Ama böylece bayağı güçlerin kölesine dönüşür, başarıya, paraya, hırsa, şan ve şöhret tutkusuna, insanların onları beğenip beğenmemelerine bağımlı duruma gelirler.

* Bilim, tıpkı eskiden sanat gibi büyük çapta bir besin kaynağı gerektirir ve zaman zaman başka kimsenin ilgilenmediği bir konuyu araştıran kişi kendi içinde öylesine zengin bir bilgi birikimi sağlayabilir ki, bununla yaşadığı dönemdeki meslektaşlarına bir sözlük ya da bir arşiv gibi alabildiğine değerli hizmetlerde bulunur.

* Kendisine bağışladığı mutluluklar doğrulanmış ve yasal bir temele oturmuş, çekilen acıların bir anlamdan yoksun sayılmayacağı anlaşılmıştı; katlanılmaz ölçüde eskiyip daralmış giysiyi üzerinden çıkarabilirdi artık, yeni bir giysi kendisi için hazırda bekliyordu.

* Çevresindeki her şeye gizli bir ölümün eli dokunmuş, gerçekdışının ve geçmişe karışmışlığın havası sinmişti; her şey geçici bir nesneye, sırtta taşına taşına eskitilen ve bundan böyle insanın üzerine uymayan bir giysiye dönüşmüştü.

* İlk kez bugün müzik dinliyormuş gibi bir duygu uyandı içinde, gözlerinin önünde oluşan yapıtın arka planında evrensel ruhu, yasa ve özgürlüğün insana mutluluk bağışlayan uyumunu sezinledi. Bu evrensel ruha ve bu üstada kendini olduğu gibi teslim ediyor, kendini adıyordu. Kendisinin, yaşamının, ayrıca tüm evrenin bu dakikalarda müziğin ruhu tarafından yönlendirildiğini, çekidüzene sokulduğunu ve yorumlandığını duyumsadı.

* Seçkin her insan gibi onun da bir daimonion' u ve amor fati'si vardı

* Entelektüel yaşamın sorunsallığı asla bilmediği bir şey olmamışsa da, usa adanmış tüm yaşamlarda içkin trajikliği bireysel acı ve burukluklardan uzak bir biçimde göğüslemeyi bilmiştir.