17 Mart 2021 Çarşamba

ALBERT CAMUS "MUTLU ÖLÜM"

#AlbetCamus #MutluÖlüm 📚 

Mutlu Ölüm ( La Mort Heureuse ), Nobel Edebiyat ödüllü yazar Albert Camus’un 1930’ların sonlarında yazdığı, ancak ölümünden sonra 1971 yılında yayımlanan romandır. Albert Camus, benzer eseri olan Yabancı’yı daha önce yayımladığı için Mutlu Ölüm’ün yayımlanması ertelenmiştir. 

Albert Camus, Mutlu Ölüm‘de mutluluğu arayan bir adamın hikayesini, mutluluk arayışı doğrultusunda amacına ulaşmak için yaptıklarını ve içsel yolculuğunu anlatır.

Roman 2 bölümden oluşmaktadır: Birinci bölüm; "Doğal Ölüm" adını taşıyor ve Patrice Mersault'un sıradan hayatını aktarıyor. Mersault, basit bir hayat sürdüren ve fazlası için çabalamayan bir adamdır, ta ki sevgilisinin eski arkadaşı Zergaus ile tanışana dek.

Kitapta iki karakter arasındaki bağ ve zıtlık, olay örgüsünü başlatır. Mersault, oldukça sağlıklı fakat parası olmayan genç bir adamdır. Zergaus ise zengin fakat sağlığı yerinde olmayan bir adamdır. İki adam da hayatlarındaki kendi eksiklikleri yüzünden mutlu olamamaktadır. 

"Bilinçli Ölüm" adını taşıyan ikinci bölümde ise Mersault, kendini ve mutluluğunu bulmaya çalışır. Mersault, Zergeus’u onun isteği üzerine öldürdükten sonra ona ait olan parayla kurduğu yeni hayatında hem sağlığının hem de paranın gücü ile mutluğu keşfeder. Aslında yakaladığı bu mutluluk onun hayatını istediği gibi yönlendirebilmesinden kaynaklanan özgürlük duygusuna bağlıdır. Mersault, paranın sağladığı imkanlarla yaptığı geziler ve gözlemler neticesinde hayata dair yeni şeyler keşfettiğini fark eder ve kendi ölümünü bu doğrultuda mutlulukla karşılar. Mersault, böylece Zergeus'un aksine özgür ve mutlu bir adam olarak ölür.


#AlbetCamus #MutluÖlüm 📚 


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Ve taşlar arasında bir taş olarak, yüreğinin sevinci içinde, devinimsiz dünyaların gerçekliğine dönüştü.

* Rolünün gereğini yerine getirmiş, insanın yalnızca mutlu olmak olan tek görevini tamamlamıştı. Uzun zaman değil elbette. Ama zaman olaylara hiçbir şey yapmaz. Yalnız bir engel olabilir, bu durumda, artık o da önemli değildir. Engeli yıkmıştı ve bu içinde oluşturduğu içsel kardeşlik, iki ya da yirmi yıllık olmuş, pek önemli değildi. Mutluluk, onun olduğu durumdu.

* Buraya kadar yaşamıştı. Şimdi yaşamından söz edebilirdi. Bir zaman kendisi için önde gelen o büyük, çökertici atılımdan, yaşamın kaçkın ve yaratıcı şiirinden, şimdi artık yalnızca şiirin karşıtı olan kırışıksız bir gerçek kalıyordu. Bu yaşama birlikte başlamışlar gibi içinde taşıdığı insanlardan, kökleri birbirine girmiş, ama karışmamış çeşitli varlıklardan kendisinin hangisi olduğunu biliyordu şimdi: Yazgının insanda yarattığı bu seçimi bilinçlilik ve yüreklilikle yapmıştı. Onun bütün yaşama ve ölme mutluluğu buradan kaynaklanıyordu. Bir hayvan çılgınlığıyla baktığı bu ölümden duyduğu korkunun yaşamdan korkmak anlamına geldiğini anlıyordu. Ölme korkusu, insanın içindeki yaşayan şeye olan sınırsız bağlanmayı açıklıyordu. Yaşamlarını yükseltmek için kararlı davranışlarda bulunmamış olanlar, korkanlar ve güçsüzlüğü yüceltenler, bütün bunlar, ölümden, içine karışmadıkları bir yaşama onun getirdiği yaptırımdan dolayı korkuyorlardı. Hiçbir zaman yaşamadıkları için yeterince yaşamamışlardı. Ve ölüm, boş yere susuzluğunu gidermeye çalışan bir yolcuyu sonsuzluğa dek sudan yoksun bırakma davranışı gibiydi. Ama ötekiler için, silen, yadsıyan, başkaldırıya olduğu kadar minnete de gülümseyen hoş ve kaçınılmaz davranıştı.

* Her şey, doğumdan ölüme giden o an içine sığıyor, orada yargılanıyor ve kutsanıyor, duygusu içindeydi.

* Şu tuhaf körlüğe şaşıyordu ki, insanlar kendilerinde değişeni çok iyi bilmelerine karşın, dostlarına, ilk ve son olarak, kendi oluşturdukları bir imgeyi yakıştırıyorlar. Ve işte o, daha önce nasılsa öyle kabul ediliyordu. Nasıl ki bir köpek karakter değiştirmez; insanlar da köpektir insan için.

* İnan bana büyük acı yoktur, büyük pişmanlıklar, büyük anılar yoktur. Her şey unutulur, büyük aşklar bile. Yaşamda aynı anda hüznün ve coşkunun bulunuşu bundandır. Olayları görmenin ancak belli bir yolu vardır ve zaman zaman ortaya çıkar. İşte bunun içindir ki, yaşamında büyük bir aşka, umutsuz bir tutkuya sahip olmuş olmak yine de iyidir. Bu en azından bizi çökerten nedensiz umutsuzluklar için bir korumadır.

* Dünya her zaman ancak bir şey söyler: Önce hoşa gider, daha sonra bıktırır. Ama tekrarlar sayesinde başarıya ulaştığı bir an gelir ve direnmesinin ödülünü alır.

* İnsan insanın gücünü azaltır. Dünyaysa o gücü dipdiri bırakır.

* Paraya sahip olmak, zamana sahip olmaktır. Bu

görüşümde kararlıyım. Zaman satın alınır, her şey satın alınır. Zengin doğmak ya da zengin olmak; bu hak edildiğinde mutlu olmak için zamana sahip olmaktır.

* Şanslı doğmuş bir adam için mutlu olmak hiçbir zaman zor değildir. Nice sahte büyük insanın önemli yanlışı olan vazgeçme

isteğiyle değil de, tersine, mutluluk isteğiyle, herkesin ortak yazgısını değerlendirmek yeterli. Yalnız zaman gerekiyor mutlu olmak için. Çok zaman. Mutluluk da uzun bir sabırdır zaten. Ve çoğu kez, para aracılığıyla zaman kazanmak gerekirken, yaşamımızı para kazanarak tüketiyoruz.

* Yaşamın hangi aşamasına kadar varırdım, iyi biliyorum. Yaşamımı bir deney haline getirmezdim. Kendim, yaşamımın deneyi olurdum... Evet, hangi tutku bütün gücüyle beni doldururdu, biliyorum. Önceleri çok gençtim. Çevreye uyardım. Bugün nasıl davranacağımı, sevmeyi, acı çekmeyi anladım, gerçekte yaşamak budur, ama açık olunduğu ve yazgının, bir sevinç ve tutkular gökkuşağının biricik yansıması -bu herkes için böyledir- olarak kabul edildiği ölçüde yaşamaktır bu.

* Kazanmak zorunda olduğum yaşamım var. İşim; başkalarının katlandıkları, benimse dayanmaya çalıştığım şu sekiz saatler...

* Yaşamıma ve onun gizli rengine baktığımda içimde gözyaşı titreşimi gibi bir şey oluşuyor. Şu gökyüzü gibi. Aynı anda hem yağmurlu hem güneşli, hem öğle üstü hem gece yarısı... Öptüğüm o dudakları, yoksul çocukluğumu, kimi zaman beni sürüleyip götüren yaşam ve tutku çılgınlığını düşünüyorum. Aynı anda bunların tümüyüm ben. Beni tanımakta güçlük çekeceğiniz zamanlar olduğundan eminim. Mutsuzlukta sınırsızlık, mutlulukta ölçüsüzlük, bilmiyorum ne desem.

* Kendimiz olmaya zamanımız yok. Ancak mutlu olmaya zamanımız var.

* Birkaç yıl önce, önümde her şey vardı, yaşamımdan, geleceğimden söz ediliyordu. Kabul ediyordum ben de. Hatta bunun için gerekenleri bile yapıyordum. Ama daha o zamandan her şey bana yabancıydı. Kendimi kişiliksizliğe, kimliksizliğe uygulamaktan başka kaygım yoktu. Mutlu ve ‘karşı’ olmamak...

Şimdi yine zamanım olsaydı... kendimi oluruna bırakmaktan başka bir şey yapmazdım. Bu durumda başıma gelen her şey, bir çakıl taşı üzerindeki yağmur gibi bir şey olurdu. Yağmur, taşı serinletir, ne güzel. Bir başka günse güneşten yanar taş. Mutluluğu tam olarak böyle bir şey gibi düşündüm.

* Özgürlük ve bağımsızlık kaygısı, ancak hâlâ umutla yaşayan bir varlıkta duyulur.

* Yalnızlıkta yoksulluk, korkunç bir yoksulluktu.

* Kendi kendinden, kendi çıkarından uzak, kendi yüreğine ve kendi gerçekliğine yabancı yaşamı; kahve ve katran kokuları içinde, her gün, bu soğukkanlı veremli ile şarkılarla dolup taşan Emmanuel arasında salınıp duruyordu. Başka koşullarda kendisini coşturacak şeyler konusunda odasına dönünceye kadar susuyordu, çünkü onları yaşıyordu; odasına döndüğündeyse tüm gücünü ve dikkatini içinde yanan yaşam ateşini söndürmeye harcıyordu.

* Hastalığın gelişi birdenbiredir, ama gidişi için zaman gereklidir.

* Havanın bu ışıl ışıllığı, göğün bu verimliliği altında, insanların tek ödevi, yaşamak ve mutlu olmak gibi görünüyordu.




14 Mart 2021 Pazar

ALBET CAMUS "SİSİFOS SÖYLENİ"

 


#SisifosSöyleni #AlbetCamus 📚 #Sisifos #Sisyphe

“Sisifos Söyleni” Albert Camus’un 1942 yılında, yayımladığı felsefi bir deneme kitabıdır. (Özgün Adı: Le Mythe de Sisyphe)

1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Albert Camus eserinde zengin üslubu ve felsefi derinliği iç içe geçirmiştir.

Albert Camus, "Sisifos Söyleni"nde bir yandan yaşamı ve intiharı sorgularken diğer yandan uyumsuz insanı anlatır. Yaşamın saçmalığını, uyumsuzluk içindeki insanı ve başkaldırıyı ele alır ve temel olarak absürt kavramını, mitolojiden, romanlardan ve tarihten örnekle inceler.

Sisifos, Yunan Mitolojisi'nde hilebazlığıyla ünlü bir kraldır. Yaptıkları neticesinde Sisifos, tanrılar tarafından sonsuza dek bir kayayı bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum edilir; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecektir, bunun nedeni; sonsuza dek süren yararsız ve umutsuz bir çabadan daha korkunç bir ceza olmadığının düşünülmesidir. 

Homeros, Sisifos’u kan ter içinde kayayı iterken tasvir ederken Albert Camus başka bir anlam yükleyerek ona mutlu bir çehre çizer. Sisifos’un mutlu olduğunun düşünülmesi kanısına varır çünkü Sisifos kayayı her gün tepeye yuvarladığında anlar ki kendisinin varoluş nedeni bu çabasıdır. 

Albert Camus, yaşam ne denli anlamsız ve saçma olursa olsun önemli olan saçmalığın içindeki çaba ve bu çabanın sonucu olmayacağı bilindiği halde verdiği haz olduğunu belirtir. İşte bu Albert Camus’un başkaldırısıdır ve bu başkaldırı da yaşamın değerini vurgular. Albert Camus’a göre intihar uyumsuzdan vazgeçme bir boyun eğmedir oysa yaşamın anlamı; tüm saçmalığa, tüm yenilgilere rağmen direnmektir.

#AlbetCamus 📚 


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsan ile insana aykırının bu geometrik yerini, arı yürekler her yerde görebilir. Faust’la Don Quichotte sanatın seçkin yaratımlarıysa, bize yeryüzünün malı olan elleriyle gösterdikleri ölçüsüz büyüklükler nedeniyledir. Yine de eninde sonunda, bir gün olur, bu ellerin dokunabileceği gerçekleri düşünce yadsır. Bir an gelir ki, yaratım artık “trajik” gibi görülmez; yalnızca önemsenir. O zaman insan umutla uğraşır. Ama ona düşen bu değildir. Ona düşen kaçamağa sırt çevirmektir. Kafka’nın bütün evrene açtığı amansız davanın sonunda da bunu buluyorum. Kafka’nın inanılmaz kararı, köstebeklerin bile umut etmeye kalktıkları bu çirkin ve altüst edici dünyayı temize çıkarır.

* Sanatın özelliği, geneli özele, bir su damlasının geçici ölümsüzlüğünü ışıklarının oyunlarına bağlamaksa, uyumsuza bağlı yazarın büyüklüğünü bu iki dünya arasına sokmayı başardığı uzaklığa göre değerlendirmek daha doğru olur. Onun gizi en büyük oransızlıkları içinde birleştikleri noktanın tam yerini bulabilmiş olmasıdır.

* Şato'yu yazmaya girişmek için, Dava'yı yazmış olmak gerektir.

* Kafka'nın tüm sanatı okuru yeni baştan okumak zorunda bırakmaktır. Sonuçları ya da sonuç yoklukları birtakım açıklamalar esinler ama bunlar açıkça belirlenmez, geçerlilik kazanabilmeleri için öykünün yeniden, yeni bir açıdan okunması gerekir.

* Tanrılar Sisifos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.

* "Sanat ve yalnız sanat, ” der Nietzsche, “gerçeğin elinden ölmemizi önleyecek bir şey varsa, o da sanat.”

* Umuttan yoksun olmak, umut kesmek değildir.

* Bir insan söylediği şeylerden çok, söylemedikleriyle insandır.

* İnsan, bir yaşam sonunda, bir tek gerçeği kesin olarak öğrenmekle yıllar geçirdiğini anlar. Ama bir teki, apaçıksa, bir yaşam yönetmeye yeter.

* "Hayır, der fatih, eylemi sevmem için düşünmeyi unutmam gerekmiş olduğunu sanmayın. Tersine, inandığımı kusursuzca tanımlayabilirim. Çünkü ona güçle inanıyorum, onu açık, kesin bir görüşle görüyorum.” Bunu anlatamayacak kadar fazla biliyorum, diyenlerden sakının. Çünkü anlatmayı beceremiyorlarsa bilmedikleri ya da tembellik yüzünden, kabukta kaldıkları içindir.

* Bir gün gelir, sahnede ve dünyada ölmek gerekir. Yaşamış olduğu şey şimdi karşısındadır. Açıklıkla görür. Serüvenin iç parçalayıcı, yeri doldurulmaz yanını görür. Bilir ve şimdi ölebilir.

* Oyuncu geçici olanın alanında egemendir. Biliriz; ünlerin en gelip geçicisi, onun ünüdür. Konuşmalarda böyle söyleniri hiç değilse. Ama bütün ünler geçicidir. Sirius’un görüşüne göre, Goethe’nin yapıtları bin yıla kadar toza dönüşecek, adı da unutulacaktır. Belki de birkaç arkeolog, çağımızdan "izler”i arayacaktır. Bu düşünce her zaman öğretici olmuştur. İyice düşünülürse, bu görüş çırpınmalarımızı ilgisizlikte bulduğumuz derin soyluluğa indirger. Her şeyden önce de uğraşılarımız en kesin olana, yani dolaysıza doğru yöneltir. Bütün ünler içinde bizi en az aldatanı, kendi kendini yaşayan ündür. Öyleyse oyuncu, sayılmaz ünü, kendini kendine adayıp kendini duyanı seçmiştir. Her şeyin günün birinde öleceğinden en iyi sonucu çıkaran odur. Bir oyuncu ya başarır, ya başaramaz. Bir yazar, değeri bilinmese bile, bir umut besler. Ne olduğuna yapıtlarının tanıklık edeceklerini tasarlar. Oyuncu fazla fazla fotoğrafını bırakacaktır bize, kendisini oluşturan şeylerin hiç biri, devinimleri ve susuşları, kesik soluğu ve aşk soluğu, bize kadar gelmeyecektir. Onun için tanınmamış olmak oynamamaktır, oynamamaksa canlandıracağı ya da dirilteceği bütün varlıklarla birlikte yüz kez ölmektir.

* Bizi bazı varlıklara bağlayan şeye aşk dememiz, kitapların ve söylencelerin kafamıza soktuğu ortak bir görüşe dayanmamızdandır ancak.

* Kimileri yaşamak için yaratılmıştır, kimileri sevmek için yaratılmıştır.

* Rosseau’ya bakıp dört ayak üstünde yürümek, Nietzsche’ye bakıp annemize sert davranmak gerektiği sonucunu çıkarmak gülünçtür. “Uyumsuz olmalı, ahmak olmamalı,” diyor bir çağdaş yazar. Söz konusu olacak tutumlar, ancak karşıtları da göz önüne alınırsa bir anlam kazanabilirler. Bilinçleri birse, postadaki bir memur adayıyla bir fatih eşittir. Bu bakımdan bütün deneyler farksızdır. İnsana yararlı olanları vardır, zararlı olanları vardır. Bilinçliyseler yararlı olurlar. Yoksa hiçbir önemleri yoktur; bir insanın yenilgileri, koşulları değil, kendi kendini yargılar.

* Ahlak üzerinde mantık yürütmek söz konusu olamaz, insanların büyük bir ahlak kaygısıyla kötü davrandıklarını çok gördüm, dürüstlüğün kural gerektirmediğini de her gün görüyorum. Uyumsuz insanın kabul edebileceği bir tek ahlak var, Tanrı’dan ayrılmayan ahlak; buyurucu ahlak. Ne var ki kendisi bu Tanrı’nın dışında yaşar, öteki ahlaklara gelince (ahlaka aykırılığı da sayıyorum), uyumsuz kişi bunlarda yalnız doğrulamalar görür, onunsa doğrulanacak hiçbir şeyi yoktur. Burada onun suçsuzluğu ilkesinden yola çıkıyorum.

Bu suçsuzluk korkunçtur. “Her şeye izin vardır” , diye haykırır İvan Karamazov. Bunda da uyumsuz kokusu var.

Ama basit anlamıyla anlamamak koşulu altında, iyi anlaşıldı mı, bilmem; bir kurtuluş ve sevinç çığlığı değil, acı bir gözlem söz konusu. Yaşama anlamını verecek bir Tanrı inancı, ceza görmeden kötülük etme gücünden çok daha çekici. Seçmek güç olmazdı. Ama seçme yoktur, acılık da o zaman başlar. Uyumsuz kurtarmaz, serbest bırakmaz, bağlar.

Her türlü edime izin vermez. “Her şeye izin vardır” sözü hiçbir şeyin yasak olmadığı anlamına gelmez. Uyumsuz söz konusu edimlerin sonuçlarına eşdeğerliliklerini verir yalnız. Suçu salık vermez –çocukça bir şey olurdu bu–, ama pişmanlığa yararsızlığını verir. Aynı biçimde, bütün deneyler farksız olduğundan, görev deneyi de herhangi bir deney kadar uygundur, yerindedir. Canı erdemli olmak istediği için de erdemli olabilir insan.

* Nietzsche: “Açıkça görülüyor ki, gökte ve yeryüzünde başlıca işimiz, uzun zaman ve aynı yönde boyun eğmektir; bunun sonunda örneğin erdem gibi, sanat, müzik, dans, akıl, düşünce gibi, uğrunda yaşamak çabasına değen bir şey, değiştiren bir şey, incelmiş, çılgın ya da Tanrısal bir şey çıkar” , diye yazdığı zaman, büyük bir ahlakın kuralını gösterir. Ama uyumsuz insanın yolunu da gösterir. Aleve boyun eğmek, aynı zamanda hem en kolay, hem de en güç şeydir. Bununla birlikte güçlükle boy ölçüşürken, insanın bazı bazı kendini yargılaması iyi olur.

* Yaşadıkları yılların sayısı aynı olan iki insana, hep aynı deneyler toplamını sağlar dünya. Bunun bilincinde olmak bize düşer. Yaşamını, başkaldırmasını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak, fazla yaşamaktır. Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır.

* Benim bildiğim tek özgürlük, düşünce ve eylem özgürlüğü.

* Arayana, tek bir kesinlik yeter. İş, bundan bütün sonuçları çıkarmakta.

* Dostoyevski’nin ölüm mahkûmu deneyleri, Nietzsche düşüncesinin kızgın serüvenleri, Hamlet’in ilençleri, ya da İbsen’in acı aristokrasisi içinde, çaresizin karşısında insan ayaklanışının izini bulur, onu aydınlatır, ona bütün büyüklüğünü verir. Aklın dayanaklarını yadsır, yalnız bütün kesinliklerin taş olduğu bu renksiz çöl ortasında adımlarını biraz olsun daha kararlı atmaya başlar. Belki de hepsinin en çekicisi olan Kierkegaard hiç değilse yaşamının bir bölümünde, anlamsızı bulmaktan da iyisini yapar, “Sessizliklerin en kesini susmak değil, konuşmaktır, " diye yazan adam, ilkin hiçbir gerçeğin mutlak olmadığına, özünde olanaksız bir yaşamı doyurucu kılamayacağına kesinlikle inanır. Bilginin Don Juan’ıdır, takma adları, çelişkileri çoğaltır, şu alaycı tinselcilik kitabı olan Baştançıkarıcının Günlüğü’yle birlikte Erdem Konuşmaları’ını yazar. Avuntuları, ahlakı, her türlü rahatlık ilkesini yadsır. Yüreğinde duyduğu bu dikenin acısını uyuşturmayı aklından bile geçirmez. Tam tersine, uyandırır onu, çarmıha gerilmekten hoşnut bir çarmıha gerilmişin umutsuz sevinci içinde, parçası parçasına bir şeytan ulamı kurar, açık görüşlülük, yadsıma, güldürü. Aynı zamanda hem içli, hem alaycı olan bu yüz, arkalarından ruhun derinliğinden kopmuş bir çığlık gelen bu görüş değiştirmeler, kendini aşan bir gerçekle saç saça, baş başa uyumsuz düşüncenin ta kendisidir. Kierkegaard’ı sevgili yoldan çıkışlarına götüren tinsel serüven de, dekorlarından yoksun kalmış, ilk tutarsızlığına dönmüş bir deneyin kargaşasında başlar.

* İnsan düşüncesinin bir anlam taşıyabilecek biricik tarihini yazmak gerekseydi, yapılacak şey birbirini kovalayan pişmanlıklarının ve güçsüzlüklerinin tarihini yazmak olurdu.

* Tüm büyük eylemlerin tüm büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır. Büyük yapıtların çoğu kez bir sokağın dönemecinde ya da bir lokantanın kapısında doğar. Uyumsuzluk da da böyle. Özellikle uyumsuz dünya soyluluğunu bu zavallı doğuştan alır. Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin “hiç” yanıtını vermesi bir yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu yanıt içtense boşluğun çok şeyler anlattı günlük devinimler zincirinin koptuğu yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir.

* Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır her zaman.

* Karl Jaspers, dünyayı birlik içinde kurmanın olanaksızlığını belirterek ‘’Bu sınırlama, kendi kendime getiriyor beni, ancak belirlemekte kaldığım nesnel bir görüş açısının ardına çekilemeyeceğim bir yere, kendi kendimin de, başkasının yaşamının da benim için artık nesne olamadığı yere getiriyor,’’ diye haykırdığı zaman, düşüncenin sınırlarına ulaştığı bu ıssız ve susuz yerleri anar.

* Varlığı, yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, açıklanabilen bir dünya, bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada, insan kendini yabancı bulur. Yitirilmiş bir yurdun anısından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun olduğu için, bu sürgünlük çaresizdir. İnsanla yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki bu kopma, uyumsuzluk duygusunun ta kendisidir.

* Yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır.

* Düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir.

* Coşkunlukla aydınlığa aynı zamanda erişmemizi sağlayacak bir şey varsa, o da açıklıkla içlilik arasında kurulan dengedir. Aynı zamanda hem alabildiğine alçak gönüllü hem de alabildiğine dokunaklı bir konuda, bilgiç, alışılmış eytişim, sağduyu ile sevecenlikten doğan, daha alçak gönüllü bir düşünce tutumuna bırakmalı yerini, bunu tasarlamak hiç de zor değil.

* Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlandırılması gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye sorulursa, gerektirdiği eylemlere göre, diye yanıt veririm. Hiç kimsenin varlıkbilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı Güneş'in çevresinde döner, Güneş mi Dünya'nın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun. Kısacası, değersiz bir sorun. Buna karşılık, yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğrunda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum.

* Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üçboyutlu olup olmadığı düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; önce yanıt vermek gerekir.




6 Mart 2021 Cumartesi

JOHN STEİNBECK "BİTMEYEN KAVGA"

#BitmeyenKavga 🎬 #JohnSteinbeck 📚

Nobel Edebiyat ödüllü yazar John Steinbeck'in 1936 yılında yayımlanan  romanı "Bitmeyen Kavga"  Pulitzer Ödüllü eseri Gazap Üzümleri romanında olduğu gibi, yoksul emekçilerin dayanışmasını anlatır. 

Bitmeyen Kavga , 1930’lu yılların Amerika’sında, buhran yıllarında, 3 büyük toprak sahibinin tüm ekonomiyi kontrol ettiği, grev gibi her türlü işçi hareketine karşı örgütlenmiş bir yer olan ABD’nin Torgas vadisindeki elma bahçelerinde ağır koşullarda çalışan mevsimlik işçilerin dünyasını; uğradıkları haksızlıkları, sosyal adaletsizliği, zengin-yoksul, sermaye-emek kavgasını aktarır. 

Elma toplayan tarım işçilerinin yaptığı grevi anlatırken, hem işçilerin, hem patronların hem komünizm yanlısı eylemcilerin kimi zaman olumlu, zaman zaman olumsuz ruh hallerine bürünmelerini, bireyin ve kitlenin değişen şartlardaki değişen psikolojilerini başarılı bir şekilde çözümlemektedir. Sadece işin felsefesini kavramak için ortamda bulunan bir doktorun düşünceleri de kitapta başarılı bir şekilde yansıtılmıştır. 

John Steinbeck kendi hayatında edindiği tecrübeler işçilerin hayatına dair kuvvetli gözlem yapabilmesini ve aktarmasını sağlamış ve eserinde gözlemlerini ve deneyimlerini gerçekçi bir üslupla yazıya dökmeyi başarmıştır.

Emekçilerin gündelik yaşamlarını, içinde bulundukları koşulları, karşılaştıkları zorlukları, mücadeleleri aktarırken birleşerek, baskı ve sömürü karşısında direnmeyi, mücadele etmeyi öğrenen emekçilerin; hayatlarını ve ilişkilerini bazen ironi ile bazen de sert bir uslupla işler.



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Sen hiç ücretinin yükselmesi için yeterli beceriye sahip olduğun halde işten atılıp yerine bir başkasının konduğu bir yerde çalıştın mı? Hiç şirkete bağlılıktan söz edilip aslında bu bağlılığın insanların birbirini ispiyonlaması anlamına geldiği bir yerde bulundun mu?

* Evde durmadan bir şeylerle mücadele ederdik, çoğunlukla da açlıkla. Peder, patronla kavga halindeydi. Bense okulda kavga ederdim. Fakat her seferinde kaybettik. Bu hep böyle olduğundan giderek kaybetmenin kader olduğu fikri kafamıza yerleşmişti. Peder, köpek sürüsü tarafından köşeye sıkıştırılmış bir kedi gibi kavga ederdi. Önünde sonunda bir köpeğin onu öldüreceği kesindi; yine de dövüşmekten vazgeçmedi. İşte böyle bir umutsuzluk ortamında büyüdüm...

Ev daima öfkeyle doluydu. Öfke, evin ortasında bir bulut gibi daima asılı dururdu. Patrona, amire, veresiyeyi kesen manava karşı o bitmek tükenmek bilmez, korkunç öfke. Bu öfkeyle miden bulanırdı ama yapılabilecek bir şey yoktu.

* Hayatta rahat huzur görmemiştim, buna açtım. Radikal hareket denen şeyler hakkında , sözüm ona bu adamlardan daha çok şey biliyordum. Daha çok okumuştum ama benim istediğim şey onlardaydı ve bunu mücadele içinde edinmişlerdi.

* Çok çabuk yatışan bir grev, işçilere nasıl örgütleneceklerini, nasıl bir araya geleceklerini öğretemez. Çetin bir grev en iyisidir. İşçilerin bir araya geldiklerinde ne kadar güçlü olduklarını görmelerini isteriz.

* İnsanlar birlikte çalışmayı sever. İnsanda, birlikte çalışma açlığı vardır. On kişinin, bir kişinin kaldırabileceği yükün on iki mislini kaldırabileceğini biliyor muydun? Küçük bir kıvılcım onları harekete geçirebilir. İnsanlar çoğu zaman birlikte çalışmaya kuşkuyla bakar, çünkü biri onları topluca çalıştırdığında kârı da cebe indirir. Onlar kendileri için çalışmaya başlayıncaya dek beklemek gerekir.

* Onların bir şeyi onaylamalarını istiyorsan, ‘bunu istiyor musunuz?’ diye soracaksın. Bir şeyi onaylamamalarını istiyorsan da, ‘bunu istemiyorsunuz, değil mi?’ diyecek ve oylayacaksın.

* Duygu ve düşüncelerim eleştirilerin üstündedir demiyorum ama onlar benim sahip olduğum tek şey. Ben tablonun bütününü görmek isterim... yapabildiğim ölçüde. Bakışımı 'iyi' veya 'kötü'yle sınırlamak istemem. 'İyi' terimini kullanırsam onu inceleme yetimi kaybederim, çünkü onun içinde kötü de olabilir.

* Konuşmak hissetmektir. Nasıl hissediyorsam öyle konuşuyorum, kesinlikle doğal bir şekilde. Öyle konuşmak için zorlamıyorum kendimi... İnsanlar kendileri gibi konuşmayanlara kuşkuyla bakar. Bir insana, anlamadığı sözcükler kullanarak hakaret bile edebilirsin. Belki yüzüne bir şey söylemez ama senden nefret eder.

* Bir gruba ait olan kişi artık kendisi değildir. Kendisinden farklı bir organizmanın içindeki bir hücredir. Nasıl vücudunu oluşturan hücreler sonuçta seni oluşturdukları halde senden farklıysalar, aynen öyle. İnsanlar, 'kitle çılgındır, ne yapacağı belli olmaz' derler. Neden insanlar kitleye tek tek bireyler olarak değil de, kitle olarak bakar? Kitle, bir kitle olarak aşağı yukarı her zaman mantıklı hareket eder.

* Parmağını kestiğin zaman yara mikrop kapar, şişer ve ağrımaya başlar. Şişme, vücudun direnişidir, ağrı ise savaş. Kimin kazanacağını bilemezsin ama ilk muharebe alanı yaradır. Eğer hücreler ilk muharebeyi kaybederse mikrop yayılır ve kola doğru ilerler... Bu küçük küçük grevler enfeksiyon gibidir. İnsanların içine bir şeyler girdi, hafif ateş başladı ve lenf bezleri takviye birlikleri gönderdi. Görmek istediğim için yaranın olduğu yere gidiyorum.

* "Çevremi incelemeye hiç zamanım olmadı, hiç. Yaprakların nasıl büyüdüğünü inceleyemedim. Etrafımda olup bitenleri

gözleme fırsatım olmadı. Bu sabah çadırda bir karınca yolu fark ettim. Onları seyredemedim. O sırada başka bir şey düşünüyordum. Bazen bütün gün oturup böcekleri incelemek gelir içimden, hiçbir şey düşünmeksizin."

"Bir kereliğine, bir an için bu duyguyu tatmak.… Hiçbir şeye böyle bakmadım. Hiçbir şeyi incelemeye zamanım olmadı. Her sey gelip geçecek ve ben hiçbir şeyi anlamayacağım... bir elmanın nasıl büyüdüğünü bile."

* Halkı inceleyenler daima onun insanlardan oluştuğunu düşünür, oysa onun insanla ilgisi yoktur. O farklı türde bir hayvandır. Bir köpek insandan ne kadar farklıysa o da o kadar farklıdır.

* "Ortada ne başlangıç var..." dedi , "ne de bir son. Bana öyle geliyor ki, insanlık hatırlayamadığı bir kör dövüşünden gelip öngöremediği ve anlayamadığı bir geleceğe doğru gidiyor. İnsan. biri hariç, karşılaştığı her engeli, her düşmanı yendi. Kendini yenemedi. Nasıl nefret etmesin kendinden."

"Biz kendimizden nefret etmiyoruz," dedi , "Bizi yere çalan, yatırıma dönüşmüş bu sermayeden nefret ediyoruz."

"Diğer taraf da insanlardan oluşuyor , senin gibi insanlardan. İnsan kendisinden nefret eder. Psikologlar, bir insanın kendinden nefret etmesinin kendini sevmesiyle dengelendiğini söyler. İnsanlık da bunun gibi olmalı. Kendimizle kavga ediyoruz ve ancak bütün insanları öldürerek kazanabiliriz. Yalnızım. Hiçbir şeyden de nefret etmiyorum. Eline ne geçecek bütün bunlardan?"

* Şiddet yoluyla sadece şiddeti inşa edebilirsin.

* Sanırım sadece onların insan olduğuna, hayvan olmadığına inanıyorum. Belki köpeklerin aç, hasta ve pislik içinde olduğu bir köpek barınağına gitsem onlara da yardım ederdim. Bu onların hatası değil. 'Onlar köpek, duyguları yok, kendi başlarının çaresine bakamazlar. Köpekler her zaman böyledir diyemezsin. Onları temizlemeye ve beslemeye çalışırsın. Sanırım benim tarzım bu. İnsanlara yardım edecek bazı becerilerim var ve yardım edilecek birini gördüğüm zaman bu yardımı yaparım. Çok fazla düşünmem üzerinde. Bir ressam tuval ve boyayı gördüğünde hemen resim yapmak gelir aklına. Neden resim yapmak istiyorum diye düşünmez bile.

* “Partili olmak nasıl bir şey, görüyor musun? Kitaplardan okuması güzeldir... çok romantiktir. Hanımefendiler ayağa fırlayıp, 'patronlar sınıfı' ve 'ezilen işçiler' diye vıyaklamayı pek severler. Bu ağır iştir.”

* Biri bir işe girişmişse bunu iki şey için yapıyordur. Ya bir yerlerden emir almıştır ya da ajanlık yapmaktadır. Fakat bu ikisi de değilse, onun ne yapacağını bilemezsin.

* Bir grevi iki nedenle kazanabilirsin, işçiler mücadelede kararlıysa ve halkın duyguları senden yanaysa.

* Siz pratik adamlar daima midesi olan pratik insanlara liderlik edersiniz. Ve bir şeyler daima yoldan çıkar. Adamlarınız yoldan çıkar, sağduyunun yolunu izlemez ve siz pratik adamlar bunu inkar edersiniz ya da üzerinde düşünmeyi reddedersiniz. Biri çıkıp midesi olan bir insanın sizin kurallarınızda belirtilenden fazla bir şey olup olmadığı üzerine sorgulamalara girdiği zaman da, 'hayalci, mistik, metafizikçi' diye ulumaya başlarsınız. Bilmiyorum neden pratik bir adama bunlardan söz ediyorum. Bütün tarih boyunca, midesi olan insanlara liderlik eden pratik bir insan kadar kafası karışık olan biri daha görülmemiştir.

* Sen bir neden olduğun kadar bir sonuç da olabilirsin. Sen grup insanının bir ifadesi olabilirsin, özel fonksiyonu olan bir hücre, gözdeki bir hücre gibi. Gücün, bir grup insanı olmaktan geliyor ve aynı zamanda onu yönlendiriyorsun, aynı bir göz gibi. Nasıl ki gözün hem beyninden emir alıyor, hem de ona emir veriyorsa.

* Bir grup insan harekete geçmek istediği zaman kendine bir sembol yaratır. 'Tanrı kutsal toprakları ele geçirmemizi istiyor' ; ya da ' Dünyayı demokrasinin beşiği yapacağız ' veya 'Sosyal adaletsizliği komünizmle kaldıracağız' denir. Fakat aslında Kutsal Topraklar, Demokrasi veya Komünizm grubun umrunda değildir. Belki de grup sadece harekete geçmek istemiştir. Kavgaya girmek istemiştir ve bu sözcükleri sadece bireylere güven vermek için kullanmıştır.


SİNEMADA BİTMEYEN KAVGA 


#Bitmeyen Kavga #JohnSteinbeck 📚#JamesFranco🎬🎥

John Steinbeck’in aynı isimli kitabından uyarlanan filmde zor şartlarda çalışan ve biraz daha iyi şartlara kavuşmak için çabalayan işçilerin verdiği mücadele anlatılıyor. Filmde, bir elma çiftliğinde çalışan işçiler, başlarındakilere ve kendilerine uygulanan haksızlıklar karşısında birlik olup arazi sahiplerine karşı savaş açar ve amansız bir mücadeleye girişirler. 

Yönetmen: James Franco

Senaryo: Matt Rager

Yapımcı: James Franco, Vince Jolivette, Monika Bacardi, Martin Guigui

Yapım Yılı: 2016

Yapım Yeri: ABD