14 Mart 2021 Pazar

ALBET CAMUS "SİSİFOS SÖYLENİ"

 


#SisifosSöyleni #AlbetCamus 📚 #Sisifos #Sisyphe

“Sisifos Söyleni” Albert Camus’un 1942 yılında, yayımladığı felsefi bir deneme kitabıdır. (Özgün Adı: Le Mythe de Sisyphe)

1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Albert Camus eserinde zengin üslubu ve felsefi derinliği iç içe geçirmiştir.

Albert Camus, "Sisifos Söyleni"nde bir yandan yaşamı ve intiharı sorgularken diğer yandan uyumsuz insanı anlatır. Yaşamın saçmalığını, uyumsuzluk içindeki insanı ve başkaldırıyı ele alır ve temel olarak absürt kavramını, mitolojiden, romanlardan ve tarihten örnekle inceler.

Sisifos, Yunan Mitolojisi'nde hilebazlığıyla ünlü bir kraldır. Yaptıkları neticesinde Sisifos, tanrılar tarafından sonsuza dek bir kayayı bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum edilir; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecektir, bunun nedeni; sonsuza dek süren yararsız ve umutsuz bir çabadan daha korkunç bir ceza olmadığının düşünülmesidir. 

Homeros, Sisifos’u kan ter içinde kayayı iterken tasvir ederken Albert Camus başka bir anlam yükleyerek ona mutlu bir çehre çizer. Sisifos’un mutlu olduğunun düşünülmesi kanısına varır çünkü Sisifos kayayı her gün tepeye yuvarladığında anlar ki kendisinin varoluş nedeni bu çabasıdır. 

Albert Camus, yaşam ne denli anlamsız ve saçma olursa olsun önemli olan saçmalığın içindeki çaba ve bu çabanın sonucu olmayacağı bilindiği halde verdiği haz olduğunu belirtir. İşte bu Albert Camus’un başkaldırısıdır ve bu başkaldırı da yaşamın değerini vurgular. Albert Camus’a göre intihar uyumsuzdan vazgeçme bir boyun eğmedir oysa yaşamın anlamı; tüm saçmalığa, tüm yenilgilere rağmen direnmektir.

#AlbetCamus 📚 


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsan ile insana aykırının bu geometrik yerini, arı yürekler her yerde görebilir. Faust’la Don Quichotte sanatın seçkin yaratımlarıysa, bize yeryüzünün malı olan elleriyle gösterdikleri ölçüsüz büyüklükler nedeniyledir. Yine de eninde sonunda, bir gün olur, bu ellerin dokunabileceği gerçekleri düşünce yadsır. Bir an gelir ki, yaratım artık “trajik” gibi görülmez; yalnızca önemsenir. O zaman insan umutla uğraşır. Ama ona düşen bu değildir. Ona düşen kaçamağa sırt çevirmektir. Kafka’nın bütün evrene açtığı amansız davanın sonunda da bunu buluyorum. Kafka’nın inanılmaz kararı, köstebeklerin bile umut etmeye kalktıkları bu çirkin ve altüst edici dünyayı temize çıkarır.

* Sanatın özelliği, geneli özele, bir su damlasının geçici ölümsüzlüğünü ışıklarının oyunlarına bağlamaksa, uyumsuza bağlı yazarın büyüklüğünü bu iki dünya arasına sokmayı başardığı uzaklığa göre değerlendirmek daha doğru olur. Onun gizi en büyük oransızlıkları içinde birleştikleri noktanın tam yerini bulabilmiş olmasıdır.

* Şato'yu yazmaya girişmek için, Dava'yı yazmış olmak gerektir.

* Kafka'nın tüm sanatı okuru yeni baştan okumak zorunda bırakmaktır. Sonuçları ya da sonuç yoklukları birtakım açıklamalar esinler ama bunlar açıkça belirlenmez, geçerlilik kazanabilmeleri için öykünün yeniden, yeni bir açıdan okunması gerekir.

* Tanrılar Sisifos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.

* "Sanat ve yalnız sanat, ” der Nietzsche, “gerçeğin elinden ölmemizi önleyecek bir şey varsa, o da sanat.”

* Umuttan yoksun olmak, umut kesmek değildir.

* Bir insan söylediği şeylerden çok, söylemedikleriyle insandır.

* İnsan, bir yaşam sonunda, bir tek gerçeği kesin olarak öğrenmekle yıllar geçirdiğini anlar. Ama bir teki, apaçıksa, bir yaşam yönetmeye yeter.

* "Hayır, der fatih, eylemi sevmem için düşünmeyi unutmam gerekmiş olduğunu sanmayın. Tersine, inandığımı kusursuzca tanımlayabilirim. Çünkü ona güçle inanıyorum, onu açık, kesin bir görüşle görüyorum.” Bunu anlatamayacak kadar fazla biliyorum, diyenlerden sakının. Çünkü anlatmayı beceremiyorlarsa bilmedikleri ya da tembellik yüzünden, kabukta kaldıkları içindir.

* Bir gün gelir, sahnede ve dünyada ölmek gerekir. Yaşamış olduğu şey şimdi karşısındadır. Açıklıkla görür. Serüvenin iç parçalayıcı, yeri doldurulmaz yanını görür. Bilir ve şimdi ölebilir.

* Oyuncu geçici olanın alanında egemendir. Biliriz; ünlerin en gelip geçicisi, onun ünüdür. Konuşmalarda böyle söyleniri hiç değilse. Ama bütün ünler geçicidir. Sirius’un görüşüne göre, Goethe’nin yapıtları bin yıla kadar toza dönüşecek, adı da unutulacaktır. Belki de birkaç arkeolog, çağımızdan "izler”i arayacaktır. Bu düşünce her zaman öğretici olmuştur. İyice düşünülürse, bu görüş çırpınmalarımızı ilgisizlikte bulduğumuz derin soyluluğa indirger. Her şeyden önce de uğraşılarımız en kesin olana, yani dolaysıza doğru yöneltir. Bütün ünler içinde bizi en az aldatanı, kendi kendini yaşayan ündür. Öyleyse oyuncu, sayılmaz ünü, kendini kendine adayıp kendini duyanı seçmiştir. Her şeyin günün birinde öleceğinden en iyi sonucu çıkaran odur. Bir oyuncu ya başarır, ya başaramaz. Bir yazar, değeri bilinmese bile, bir umut besler. Ne olduğuna yapıtlarının tanıklık edeceklerini tasarlar. Oyuncu fazla fazla fotoğrafını bırakacaktır bize, kendisini oluşturan şeylerin hiç biri, devinimleri ve susuşları, kesik soluğu ve aşk soluğu, bize kadar gelmeyecektir. Onun için tanınmamış olmak oynamamaktır, oynamamaksa canlandıracağı ya da dirilteceği bütün varlıklarla birlikte yüz kez ölmektir.

* Bizi bazı varlıklara bağlayan şeye aşk dememiz, kitapların ve söylencelerin kafamıza soktuğu ortak bir görüşe dayanmamızdandır ancak.

* Kimileri yaşamak için yaratılmıştır, kimileri sevmek için yaratılmıştır.

* Rosseau’ya bakıp dört ayak üstünde yürümek, Nietzsche’ye bakıp annemize sert davranmak gerektiği sonucunu çıkarmak gülünçtür. “Uyumsuz olmalı, ahmak olmamalı,” diyor bir çağdaş yazar. Söz konusu olacak tutumlar, ancak karşıtları da göz önüne alınırsa bir anlam kazanabilirler. Bilinçleri birse, postadaki bir memur adayıyla bir fatih eşittir. Bu bakımdan bütün deneyler farksızdır. İnsana yararlı olanları vardır, zararlı olanları vardır. Bilinçliyseler yararlı olurlar. Yoksa hiçbir önemleri yoktur; bir insanın yenilgileri, koşulları değil, kendi kendini yargılar.

* Ahlak üzerinde mantık yürütmek söz konusu olamaz, insanların büyük bir ahlak kaygısıyla kötü davrandıklarını çok gördüm, dürüstlüğün kural gerektirmediğini de her gün görüyorum. Uyumsuz insanın kabul edebileceği bir tek ahlak var, Tanrı’dan ayrılmayan ahlak; buyurucu ahlak. Ne var ki kendisi bu Tanrı’nın dışında yaşar, öteki ahlaklara gelince (ahlaka aykırılığı da sayıyorum), uyumsuz kişi bunlarda yalnız doğrulamalar görür, onunsa doğrulanacak hiçbir şeyi yoktur. Burada onun suçsuzluğu ilkesinden yola çıkıyorum.

Bu suçsuzluk korkunçtur. “Her şeye izin vardır” , diye haykırır İvan Karamazov. Bunda da uyumsuz kokusu var.

Ama basit anlamıyla anlamamak koşulu altında, iyi anlaşıldı mı, bilmem; bir kurtuluş ve sevinç çığlığı değil, acı bir gözlem söz konusu. Yaşama anlamını verecek bir Tanrı inancı, ceza görmeden kötülük etme gücünden çok daha çekici. Seçmek güç olmazdı. Ama seçme yoktur, acılık da o zaman başlar. Uyumsuz kurtarmaz, serbest bırakmaz, bağlar.

Her türlü edime izin vermez. “Her şeye izin vardır” sözü hiçbir şeyin yasak olmadığı anlamına gelmez. Uyumsuz söz konusu edimlerin sonuçlarına eşdeğerliliklerini verir yalnız. Suçu salık vermez –çocukça bir şey olurdu bu–, ama pişmanlığa yararsızlığını verir. Aynı biçimde, bütün deneyler farksız olduğundan, görev deneyi de herhangi bir deney kadar uygundur, yerindedir. Canı erdemli olmak istediği için de erdemli olabilir insan.

* Nietzsche: “Açıkça görülüyor ki, gökte ve yeryüzünde başlıca işimiz, uzun zaman ve aynı yönde boyun eğmektir; bunun sonunda örneğin erdem gibi, sanat, müzik, dans, akıl, düşünce gibi, uğrunda yaşamak çabasına değen bir şey, değiştiren bir şey, incelmiş, çılgın ya da Tanrısal bir şey çıkar” , diye yazdığı zaman, büyük bir ahlakın kuralını gösterir. Ama uyumsuz insanın yolunu da gösterir. Aleve boyun eğmek, aynı zamanda hem en kolay, hem de en güç şeydir. Bununla birlikte güçlükle boy ölçüşürken, insanın bazı bazı kendini yargılaması iyi olur.

* Yaşadıkları yılların sayısı aynı olan iki insana, hep aynı deneyler toplamını sağlar dünya. Bunun bilincinde olmak bize düşer. Yaşamını, başkaldırmasını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak, fazla yaşamaktır. Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır.

* Benim bildiğim tek özgürlük, düşünce ve eylem özgürlüğü.

* Arayana, tek bir kesinlik yeter. İş, bundan bütün sonuçları çıkarmakta.

* Dostoyevski’nin ölüm mahkûmu deneyleri, Nietzsche düşüncesinin kızgın serüvenleri, Hamlet’in ilençleri, ya da İbsen’in acı aristokrasisi içinde, çaresizin karşısında insan ayaklanışının izini bulur, onu aydınlatır, ona bütün büyüklüğünü verir. Aklın dayanaklarını yadsır, yalnız bütün kesinliklerin taş olduğu bu renksiz çöl ortasında adımlarını biraz olsun daha kararlı atmaya başlar. Belki de hepsinin en çekicisi olan Kierkegaard hiç değilse yaşamının bir bölümünde, anlamsızı bulmaktan da iyisini yapar, “Sessizliklerin en kesini susmak değil, konuşmaktır, " diye yazan adam, ilkin hiçbir gerçeğin mutlak olmadığına, özünde olanaksız bir yaşamı doyurucu kılamayacağına kesinlikle inanır. Bilginin Don Juan’ıdır, takma adları, çelişkileri çoğaltır, şu alaycı tinselcilik kitabı olan Baştançıkarıcının Günlüğü’yle birlikte Erdem Konuşmaları’ını yazar. Avuntuları, ahlakı, her türlü rahatlık ilkesini yadsır. Yüreğinde duyduğu bu dikenin acısını uyuşturmayı aklından bile geçirmez. Tam tersine, uyandırır onu, çarmıha gerilmekten hoşnut bir çarmıha gerilmişin umutsuz sevinci içinde, parçası parçasına bir şeytan ulamı kurar, açık görüşlülük, yadsıma, güldürü. Aynı zamanda hem içli, hem alaycı olan bu yüz, arkalarından ruhun derinliğinden kopmuş bir çığlık gelen bu görüş değiştirmeler, kendini aşan bir gerçekle saç saça, baş başa uyumsuz düşüncenin ta kendisidir. Kierkegaard’ı sevgili yoldan çıkışlarına götüren tinsel serüven de, dekorlarından yoksun kalmış, ilk tutarsızlığına dönmüş bir deneyin kargaşasında başlar.

* İnsan düşüncesinin bir anlam taşıyabilecek biricik tarihini yazmak gerekseydi, yapılacak şey birbirini kovalayan pişmanlıklarının ve güçsüzlüklerinin tarihini yazmak olurdu.

* Tüm büyük eylemlerin tüm büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır. Büyük yapıtların çoğu kez bir sokağın dönemecinde ya da bir lokantanın kapısında doğar. Uyumsuzluk da da böyle. Özellikle uyumsuz dünya soyluluğunu bu zavallı doğuştan alır. Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin “hiç” yanıtını vermesi bir yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu yanıt içtense boşluğun çok şeyler anlattı günlük devinimler zincirinin koptuğu yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir.

* Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır her zaman.

* Karl Jaspers, dünyayı birlik içinde kurmanın olanaksızlığını belirterek ‘’Bu sınırlama, kendi kendime getiriyor beni, ancak belirlemekte kaldığım nesnel bir görüş açısının ardına çekilemeyeceğim bir yere, kendi kendimin de, başkasının yaşamının da benim için artık nesne olamadığı yere getiriyor,’’ diye haykırdığı zaman, düşüncenin sınırlarına ulaştığı bu ıssız ve susuz yerleri anar.

* Varlığı, yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, açıklanabilen bir dünya, bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada, insan kendini yabancı bulur. Yitirilmiş bir yurdun anısından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun olduğu için, bu sürgünlük çaresizdir. İnsanla yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki bu kopma, uyumsuzluk duygusunun ta kendisidir.

* Yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır.

* Düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir.

* Coşkunlukla aydınlığa aynı zamanda erişmemizi sağlayacak bir şey varsa, o da açıklıkla içlilik arasında kurulan dengedir. Aynı zamanda hem alabildiğine alçak gönüllü hem de alabildiğine dokunaklı bir konuda, bilgiç, alışılmış eytişim, sağduyu ile sevecenlikten doğan, daha alçak gönüllü bir düşünce tutumuna bırakmalı yerini, bunu tasarlamak hiç de zor değil.

* Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlandırılması gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye sorulursa, gerektirdiği eylemlere göre, diye yanıt veririm. Hiç kimsenin varlıkbilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı Güneş'in çevresinde döner, Güneş mi Dünya'nın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun. Kısacası, değersiz bir sorun. Buna karşılık, yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğrunda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum.

* Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üçboyutlu olup olmadığı düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; önce yanıt vermek gerekir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder