16 Nisan 2021 Cuma

FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ "KARAMAZOV KARDEŞLER"

#FyodorDostoyevsky 📚 

#KaramazovKardeşler 📖 #Dostoyevski 📚


Karamazov Kardeşler (Bratya Karamazovy), Rus yazar Dostoyevski’nin 1880 yılında yazdığı romanıdır. Yapıt, Rus Edebiyatı'nın ilk felsefi roman-tragedya türü örneğidir. 
Yazar romanına kendi hayatından pek çok konuyu da yansıtmıştır. 
Dostoyevski’nin karmaşık insanların dünyasına çıkarttığı yolculuklarda karakter analizini ve ruh tahlilini yaparken kimlik bunalımı ve iç hesaplaşmaları bir psikolog ustalığıyla derinden aktardığı başyapıtı olan Karamazov Kardeşler bir romandan ziyade insanları anlamak için kılavuz gibidir.
19. yüzyıl ortalarında Rusya'da geçmekte olan olaylar, toplumun özgürlük anlayışına, aile yaşantısına; bireysel olarak aşk, şehvet, ihtiras, tutku, inanç, inançsızlık, isyan, gurur gibi hayata yön veren duyguları, karakterlere parça parça yerleştirilerek kaleme almıştır. 
Hayat, ölüm, para, aşk, felsefe, din, cinayet gibi konuların muhteşem bir uyumla sarmal olarak aktarıldığı romanın merkezinde Karamazov baba yer alır. "Kardeşlik" olgusunun farklılıkları üzerine durularak, her bir kardeşin zıt özelliği bir diğerinin yapısını ortaya çıkarmaktadır.
Romanın ilk kısmında Karamazovlar tanıtılır.
İkinci kısımda yazarın felsefesini sunduğu "Büyük Engizisyoncu" bölümü yer alır.
Suçun ahlaki boyutunu hem bir felsefeci gibi hem de psikolog gibi ele almayı başarır, insanlardaki kötülük yapma isteğinin nedenlerini sorgular.
Üçüncü kısımda, kardeşlerden en büyüğünün babasının ölümünden sorumlu tutularak sorgu altına alınması yer alır.
Dördüncü kısım cinayetin düğümünün çözülmesiyle son bulur.
“Karamazov Kardeşler’de Dostoyevski'nin kişiliğinin üç kardeşte üç yönünü ve hayatının üç evresini anlattığı düşünülür: Karamazov Kardeşlerden İvan, Dostoyevski'nin üniversite yıllarında ilgi duyduğu sosyalist yönü, Dimitri, sürgünde sona eren romantik devri, Alyoşa ise onun ulusuna ve dinine dönüşü olan olgunluk halini resmeder.



#KaramazovKardeşler 📖

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR :

* Yalan söyleyerek dünyanın öbür ucuna gidersin ama geri dönemezsin.

* Aynı anda iki çelişme göklerin enginligi ve çirkef uçurumu; bunlar olmayınca bedbahtız, yaşamamızın tadı yok.

* Dizginsiz , alabildiğine taşkın tabiatlar için düşmenin alçaklığı en yüksek asalet duyguları kadar şiddetli ihtiyaçtır.

* Hayatta gerçek daima iki çelişmenin ara yerindedir

* Hayat aslında acı demektir. Acısı olmasa zevki de olmazdı; her şey sonu gelmez bir övgü ayinine dönerdi: Kutsal ama sıkıcı..

* Uykuda ,en çok ta kâbuslarda,insan bazen âdeta bir sanat eseri gibi düşler görür; karışık, gerçek hayata uygun şeyler,bir sürü olay... Bunları birbirine birtakım entrikalar bağlar, içinde en İnce duygularımızdan gömleğimizin düğmelerine kadar öyle ayrıntılar vardır ki, yemin ederim Lev Tolstoy bulamaz bu kadarını...

* Sizin tecrübeli bir doktor olduğunuz kadar ben de tecrübeli bir hastayım.

* "Cehennem nedir?" diye düşündüğüm olur. Bence cehennem, sevmemekten doğan bir acıdır.

* Akılsızın, ne kadar çok biriktirse kendisini o ölçüde ölüme götüren bir iktidarsızlığa güttüğünden haberi yoktur, çünkü yalnız kendine güvenmeye alışmıştır o. Toplumda tek olarak sivrilmiş, ruhunu insanlara , insanların yakınlığına inanmamaya alışmıştır.

* Zamanımızda herkes kütleden sivrilerek bireysel bir hayat yaşamak peşinde.. Oysa kişiliğini belirtmek için kendini geliştirmeye çalışan insan , bu çabalamanın sonunda ruhsal bir yalnızlığa düşer. Böylece dolgun dört başı mamur bir hayat yerine manevi bir intiharla yüz yüze gelir.

* Hep böyle değil midir (?) vedalar ya sevdirir ya nefret ettirir.

* İnsanların birbirini tanımaları için en iyi zaman ayrılmalarına yakın zamandır.

* Halkın sessiz, bitmez tükenmez sabırla dolu bir kederi vardır. Bu keder kabuğuna çekilmiştir, hiç sesi çıkmaz. Bir de gözyaşlarıyla taşan, sonra da kendini kapıp koyveren bir keder vardır. Bu hal en çok kadınlarda görülür. Ama bu da sessiz kederden daha hafif değildir. Sızlanmanın doyurucu yanı içteki acıyı deşip taşırmaktan ibarettir. Böyle bir keder avunma da istemez, çaresizlik onun besinidir. Sızlanmalar , kanayan yarayı büsbütün azdırmak ihtiyacından başka şey değildir.

* Alçakgönüllülük, irade üzerinde mutlak bir egemenlik biçiminde belirecek yerde iblisçe bir gurura saplanır, yani özgürlüğe kavuşturmak şöyle dursun tutsaklık zincirleri takar.



Dostoyevski Okuma Rehberi 📚

Kronolojik olarak okunması gereken Dostoyevski kitapları 📖

1- İnsancıklar (1846)

2- Öteki (1846)

3- Ev Sahibesi (1847) 

4- Beyaz Geceler (1848)

5- Netoçka Nezvanova (1849)

6- Amcanın Düşü (1859)

7- Stepançikovo Köyü (1859) 

8- Ezilenler (1861) 

9- Ölüler Evinden Anılar (1862) 

10- Yeraltından Notlar (1864)

11- Suç ve Ceza (1866) 

12- kumarbaz (1867) 

13- Budala (1869) 

14- Ecinniler (1872) 

15- Bir Yazarın Günlüğü (1873) 

16- Delikanlı (1875) 

17- Karamazov Kardeşler (1881) 





14 Nisan 2021 Çarşamba

ALBERT CAMUS "İLK ADAM"

#İlkAdam 📖 #AlbertCamus 📚

İlk Adam (Le premier homme) Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Albert Camus'nün tamamlanmamış otobiyografik özellikler taşıyan eseridir. Roman taslak halinde kaldığı için belirli bir bütünlük taşımamaktadır. 

Albert Camus’nün yarım kalan ve ölümünden sonra yayımlanan otobiyografik romanı kahramanın babasını mezarında ziyaretiyle başlar ve yoksul insanların hayata tutunma mücadeleleri ele alınır. Yazar, merkeze yerleştirdiği Jacques Cormery karakteriyle, babasını ve geçmişini nasıl aramaya koyulduğunu anlatır. Kendisi henüz bir yaşındayken savaşta ölen babasını, yıllar sonra mezarında ziyaret eden Jacques Cormery, mezar taşındaki tarihleri okuyup kendisi o sırada 40 yaşındayken babasının 29 yaşında ölmüş olduğunu anladığında sarsılır ve ailesi tarafından unutulmuş olan babasının nasıl biri olduğunu araştırmaya başlarken kendi geçmişindeki anılar da su yüzüne çıkmaya başlar.

Yoksulluğun ve yoksunluğun içinde geçen çocukluğunda kendine sunulan sınırlı imkânlarla krallığını kurmaya çalışan bir çocuğun gözünden büyüklerinin kendine karşı davranışları neticesinde değelendirilmeleri arka planda konu edilir. Annesinin sessizliği boyun eğişi, büyükannenin sertliği otoriteyi, amcanın onları bırakmaması bağlılığı, öğretmenin koruyup kollaması babalığı simgeler. Tüm bunlara rağmen hep bir yerlerde duyulan eksiklik giderilemez.


#İlkAdam 📚

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR  📝

* Yaşadığını sanıyordu, tek başına yetişmişti, gücünü, yetisini biliyor, göğüs geriyor, varlığını elinde tutuyordu.

* Şu bunalımlı, yaşamaya doymayan, şu dünyanın kırk yıl boyunca kendisine eşlik etmiş ölümlü düzenine başkaldırmış ve her zaman kendisini her türlü yaşamın gizeminden ayıran duvar karşısında hep aynı güçle çarpan , daha uzağa, daha öteye gitmek ve bilmek ölmeden önce bilmek, var olmak için en sonunda, tek bir kez, tek bir saniye, ama kesinlikle bilmek isteyen yürekten başka bir şey değildi artık.

* Hayır cömert değilim. Zamanım, çabalarım, yorgunluğum konusunda cimriyim..

* Nesnelerin ve insanların yönetimi çok şey öğretmişti ona, ama öncelikle, az şey bildiğimizi öğretmişti.

* Annesini ve çocuğunu, seçmesi kendine bağlı olmayan her şeyi sevmişti. Sonunda her şeye karşı çıkmış, her şeyi tartışma konusu yapmış, ama yalnızca zorunluluğu sevmişti. Yazgının kendisine getirdiği varlıkları, kendisine göründüğü biçimiyle dünyayı, kaçınamadığı her şeyi, hastalığı, iççağrıyı, şanı ya da yoksulluğu, kısacası yıldızını. Gerisine, seçmek durumunda kaldığı şeylere gelince, sevmeye çabalamıştı, bu da aynı şey değildi.

* Aynı zamanda dünyanın sonunun öyküsü olmalı bu - içinden şu ışık yıllarının özlemi geçen...

* Şunu haksız bulup buna hak vermek için yaşamaktan, etkinlikte bulunmaktan, duymaktan bıktım. Başkalarının bana kendim konusunda verdikleri imgeye göre yaşamaktan bıktım. Özerklik kararı alıyorum, bağımsızlık içinde bağımsızlık istiyorum.

* "Alçakgönüllü, bilgisiz, inatçı yaşamın yerini hiçbir şey tutamaz..."

CLAUDEL, L'Échange


* Gençken, insanlardan verebileceklerinden fazlasını isterdim: sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi verebileceklerinden daha azını istemesini öğrendim: tümcesiz bir yoldaşlık.

* Bizi en kötü acılarımızdan kurtaran şey, bırakılmış ve yalnız olma ama gene ''ötekiler''in bizi mutsuzluğumuzda ''izleyemeyeceği'' ölçüde yalnız olmama duygusudur. İşte bu nedenle bazı bazı mutluluk dakikalarımız bırakılmışlık duygumuzun bizi şişirip sonsuz bir kedere yükselttiği dakikalardır. Gene bu nedenle mutluluk çoğu kez mutsuzluğumuza acıma duygusundan başka bir şey değildir.

* Her zaman, eline geçen kitapları yutarcasına okumuştu, bunları da yaşamakta, oynamakta ve düş kurmakta gösterdiği oburlulukla yutardı.

* Bir insanı yenmek de ona yenilmek kadar acı olduğuna göre, savaş iyi bir şey değildi.

* Yoksunluk, iner kalkar köprüsü bulunmayan bir kaledir.

* Yoksulların belleği zenginlerinki kadar dolu değildir, yaşadıkları yeri ender olarak bıraktıklarına göre, uzamda bellek noktaları daha azdır, tek biçimli ve külrengi bir yaşam süresinde de daha az bellek noktası bulunur. Hiç kuşkusuz, gönül belleği de vardır, onun daha güvenilir olduğu söylenir, ama zorluk ve emek yüreği yıpratır, yorgunlukların ağırlığı altında insan daha çabuk unutur.

* Yazarlık mesleğinin soyluluğu baskıya direnmesinde, dolayısıyla yalnızlığa razı olmasındadır.

*Yazarlar kölelikle başladılar.

Özgürlüklerini fethettiler...





12 Nisan 2021 Pazartesi

ALBERT CAMUS "DÜŞÜŞ"

 #Düşüş #AlbertCamus 📚


Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Albert Camus'nun 1956 yılında yayımlanan özgün adı Fransızca” La chute” Türkçe'ye “ Düşüş” adıyla çevrilen eser, monolog tarzında yazılmıştır. Roman, modern insanın absürtlüğüğünü, bencilliğini, ikiyüzlülüğünü,  güvenilmezliğini ve modern hayatın anlamsızlığını ele almıştır.
Romanda, saygın gözüken kimselerin arka planlarındaki kötü olan gerçek yüzleri ortaya konulmuş, burjuva ahlakı ve düşünme biçimi eleştirilmiştir.
Yazar, aşk, din, dostluk, suçlar, sınıfsal ayrılıklar gibi birçok konuya değinmiş, insanoğlunun benliğinde var olan ikiyüzlülük, statü farkı olması istediği, açgözlülük ve egoyu vurgulamıştır.
Özgür olma ve bireyin davranışlarından sorumlu olması, kitabın alt metninde yatar.  İradesi ve düşüncesi olan insanlar, bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmıştır. Özgür iredeye rağmen suçluların suçlarını işlemesindeki neden, oluşan talihsiz koşullardan da kaynaklandığı yadsınmamaktadır.
Romanın başkahramanı Jean-Baptiste Clamence, soylu kişilerin davalarına bakan tanınmış ve önemli bir avukattır. Aynı zamanda çapkın bir adam olan Clamence,  Amsterdam’da bir barda Paris'te yaşadıklarını, geçmişini hatırlar ve yaptığı yanlışları bardaki bir yabancıya anlatır. Bu itiraflar kendisiyle bir yüzleşmedir. Jean-Baptiste Clamence, kendini, yardımsever, dürüst, saygın ve önemli biri olarak anlatmaya başlar. Fakat zamanla kendi kimliğini, hayatını ve yalnızlığını sorgulamaya başlar. Bu sorgulamaları aslında ne kadar bencil ve kendini beğenmiş bir adam olduğunu fark etmesine, davalarını kazandığı kendine minnettar kalan müvekkillerine, kendine hayran olan kadınlara ve çevresini saran dostlarına rağmen yapayalnız bir adam olduğunu anlar ve başarıları başarısızlıklara dönüşür. Etkileyici hayatı, bir olayla birlikte domino taşları gibi ellerinden kayarak "düşüş" başlar.
Kendisinin aslında yardımsever ve iyi bir insan olmadığını anlar. Paris'te evine giderken köprü üzerinde intiharına şahit olduğu bir kadını, köprünün kenarında denize bakarken görmüş, intihar edeceğini de anlamasına rağmen yardım etmemiş;  kadının suya düşerken çıkardığı sesi umursamadan dinlemiş sonrasında ölüm haberinin olup olmadığını öğrenmek için gazeteleri dahi kontrol etmemiştir. Bu olayla değişen Clamence, kendisiyle hesaplaşmaya başlar.



#Düşüş 📖

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝


 






6 Nisan 2021 Salı

ALBERT CAMUS "VEBA"

#Veba 😷 #Covid19 😷

#AlbertCamus 📚

Veba, (La Peste), Albert Camus'nün 1947 yılında yayınlanan romanıdır. 

Romanın anlattığı görünürde salgın bir hastalık olan vebadır ama Albert Camus, Fransa’nın Alman Nazi askerleri tarafından işgalini, insanların maruz kaldığı kötülükleri ve yalnızlaşmasını ayrıca Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda Fransızların Cezayirlilere yaptığı zulümleri ve işkenceleri veba çağrışımı olarak simgeler.

Yapıtta, veba öncesi, veba yaşanırken ve veba sonrası toplumun içinde bulunduğu durum aktarılır. 

Veba sırasında insanlığın değişik şekillerde yüz yüze gelmeleri konu edilir. Aslında yazara göre her insan bilinmez, görünmez bir hastalık gibi sessizce her an başkasını yok edecek, başka bir hayatı mahvedecek şekilde bir tür vebayı yaşamaktadır. 

Romandaki kentte veba öncesi insanlar taşlaşmış kalplerle, statü takıntılarıyla hayatlarını sanki ölümsüz gibi sürdürürler. 

Veba sürecinde bazı insanlar iyice korkak hale gelip sinerken, bazısı krizi fırsata çevirmeye çalışır. Veba insanların yüreğinde adaletsizlik duygusunu daha da keskin hale getirir, güçlünün zayıfı ezmesiyle veya kendine bağımlı kılmasıyla sonuçlanır. Artan yiyecek sıkıntısı karşısında, zengin ailelerin eksiği yokken, yoksul aileler çok zor durumda kalırlar. Dışarıyla tüm bağlantısı kesilen birey girerek yalnızlık içine düşer ve bencilleşmeye başlar.

Vebaya karşı insanlar, önce bireysel olarak isyan ederler bu da işlerin iyice zorlaşmasına yol açar. Daha sonra toplu olarak dayanışma içine girerek mücadele verirler; gönüllü ekipler oluşturulur, tedbir ve tecrit işlemleri için ekipler kurulur, vebaya karşı toplum tüm birimleriyle örgütlenir ve böylece salgın hastalık yavaş yavaş ortadan kaybolur.


İnsanları hazırlıksız yakalayan veba, kenti amansız bir düşman gibi kuşatıp, insanlara kabus gibi bir süreç yaşatır ve hayatlarını değiştirir. Bireysel menfaatleri toplumun çıkarlarının gerisine atıp, birlik içinde olunca mücadelelerini kazanmaya başlarlar. Sonuç olarak hiç kimse ve hiçbir şey eskisi gibi olmaz, düşünceler, hisler dahil birçok şey artık bambaşkadır ve kazanılan zaferin yanında herkesin maddi ya da manevi kaybettiği bir şey muhakkak olur.



#Veba 😷

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

*  Bir kenti tanımanın en bilindik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır.

* Kuşkusuz, bugün, insanların sabahtan akşama çalışıp sonra da yaşamak için geri kalan zamanlarını kağıt oynayarak, kafelerde ve çene çalarak harcamayı yeğlemeleri kadar doğal hiçbir şey yoktur.

* İnsan, alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir.

* Soru: Zamanını yitirmemek için ne yapmalı?

Yanıt: Onu alabildiğine duyumsamak.

Yöntem: Bir dişçinin bekleme odasında rahatsız bir koltukta gün geçirmek, pazar öğleden sonrasını balkonda yaşamak, anlamadığımız bir dilde konferanslar dinlemek, ayakta yolculuk etmek için en uygun olmayan ve en uzun demir yolu güzergahı seçmek, tiyatro gişesi önünde kuyruğa girmek ve bilet almamak, vb.

* ‘Beni ilgilendiren tek şey,’ dedim, ‘iç huzuru bulmak.’

* Felaketler ortak bir şeydir, ancak başınıza geldiğinde inanmakta güçlük çekilir. Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar.

* Bir savaş patladığında insanlar, " Uzun sürmez bu, çok aptalca!" derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendini düşünmese bunun farkına varabilirdi.

* Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da gece bir gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider; önlemlerini almadığından da başta hümanistler ( felakete inanmayanlar) gider.

* Yurttaşlarımız da başkalarından daha az ya da daha çok suçlu değildi; alçakgönüllü olmayı unutuyorlardı, hepsi bu ve kendileri için hala her şeyin olanaklı olduğuna inanıyorlardı; bu durumda felaketlerin olanaksızlığını varsayıyordu. İşlerini yapmayı sürdürüyorlardı, yolculuklar ayarlıyorlardı ve düşünceleri vardı. Geleceği, yolculukları ve tartışmaları ortadan kaldıran bir vebayı nasil düşüneceklerdi ki? Kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.

* Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez. Nasıl ölü bir adam ancak ölü halde görüldüğünde önem taşırsa, tarih sahnesine saçılmış yüz milyon ceset de hayalimizde silik bir görüntünden başka bir şey değildir.

* Akıl, yürek ve tenle birbirine bağlanan varlıklar, on sözcüklük bir telgrafın büyük harflerinde o eski birlikteliğin işaretini arayacak hale geldiler. Ve bir telgrafta kullanılabilecek kalıplar çabuk tüketildiğinden uzun, ortak yaşamlar ya da acılı tutkular çok geçmeden, "iyiyim. Seni düşünüyorum. Sevgiler" türünden belli aralıklarla yinelenen hazır kalıplarla özetlenir oldu.

* Tüm tutsakların ve tüm sürgünlerin hiçbir işine yaramayacak bir bellekle yaşaması demek olan o derin acıyı duyuyorlardı. Durmadan düşündükleri o geçmişin de üzüntülü bir özlemden başka tadı yoktu. Aslında, bir zamanlar bekledikleri kadın ya da erkekle yapabilecekleri şeyleri zamanında yapmamış olmaktan duydukları pişmanlığı da buna eklemek isterlerdi — ve benzer biçimde, göreceli olarak kısa bile olsa, bu hapis yaşantısının her durumuna uzaktaki kişiyi katıyorlar ve bir zamanlar yaşadıkları onları tatmin etmiyordu. Yaşadıkları şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği elinden alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arkasında yaşamaya mahkûm ettiği kişilere benziyorduk biz de. Son olarak, bu dayanılmaz tatilden kaçabilmenin tek yolu düş gücüyle trenleri yeniden harekete geçirmek ve saatleri yine de kararlı bir biçimde sessiz kalan çanların sesiyle doldurmaktı.

* Kimse hastalığı gerçekten kabullenmemişti henüz. Çoğu, alışkanlıklarını engelleyen şeylere karşı özellikle duyarlıydı. Bu durumdan dolayı sıkılmış ve sinirliydiler ve bunlar vebaya karşılık verebilecek duygular değildi. Öte yandan birçoğu, salgının duracağını ve aileleriyle bundan kurtulacaklarını umut ediyordu. Sonuçta henüz hiçbir konuda zorunluluk duymuyorlardı. Onların gözünde veba, nasıl geldiyse bir gün öyle gidecek istenmeyen bir konuk gibiydi. Korkmuşlardı, ancak umutsuz değillerdi; vebaya kadar sürdürdükleri varoluşu unutacakları, vebanın onların yaşam biçimi olarak karşılarına çıkacağı o an daha gelmemişti.

* İnsanlar önce dış dünyadan kopuk yaşamayı kabul etmişlerdi, tıpkı yalnızca bazı alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda kalacakları geçici herhangi bir sıkıntıyı kabullenir gibi. Ancak, bir tür işkencenin ansızın bilincine vararak, kızışmayı başlayan yaz göğünün altında, bu hapis duygusunun tüm yaşamlarını tehdit ettiğini hayal meyal hissediyorlardı ve akşam olduğunda, serinlikle gelen enerji onları bazen umutsuz edimlere itiyordu.

* Bu dünyadaki tüm hastalıklar için doğru olan, veba için de doğru. Bazılarının olgunlaşmasına yardımcı olabilir. Bununla birlikte, getirdiği sefalet ve acıyı düşünürsek, vebaya boyun eğmek için deli, kör ya da korkak olmak gerekir.

* Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her tür sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.

* Bir öğretmen iki kere ikinin dört ettiğini öğretiyor diye tebrik edilmez. Belki bu mesleği seçti diye tebrik edilir.

* Tarihte öyle bir an olmuştur ki, iki kere ikinin dört ettiğini söylemeye cüret edenler ölümle cezalandırılmıştır. Öğretmen bunu iyi bilir. Ve böyle bir mantık yürütmenin ödülle mi yoksa cezayla mı sonuçlanacağını bilmek değildir sorun. Sorun iki kere ikinin dört edip etmediğini bilmektir.

* "Malzememiz yok," dedi. "Dünyadaki tüm ordularda genellikle malzeme eksiğini insanla kapatırlar. Ama bizim elimizde insan da yok."

* Veba her şeyin üstüne çökmüştü. Böylece bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.

* Umutsuzluğa alışmanın umutsuzluktan beter olduğunu düşünüyordu.

* Hepimiz aynı sürgün ekmeğiyle besleniyor, farkına varmadan, aynı sarsıcı birlik ve barışı bekliyorduk. Kuşkusuz aşkımız yerinde duruyordu; ama artık kullanılamaz durumdaydı; taşınması güç, içimizde taş gibi kımıltısız, cinayet ya da mahkumiyet gibi kısırdı.

* Tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan vardır.

* İnsanların uykusu vebalıların yaşamından daha kutsaldır. İyi insanların uyumasına engel olmamak gerekir. Kötü bir tat bırakırdı böyle bir şey ve tadın yerinde olması için ısrara yer yoktur, herkes bilir bunu.

* İnsan her zaman çelik gibi iradeli olamaz, her zaman dimdik duramaz ve sonunda mücadele için örülmüş o güç yumağını coşku içinde çözmek de bir mutluluktur.

* Tıpkı oğlundan koparılmış bir anne, ya da arkadaşını gömen bir insan için nasıl ateşkes diye bir şey yoksa, kendisi için de artık olanaklı bir huzur bulunmadığını biliyordu.






1 Nisan 2021 Perşembe

ALBERT CAMUS "BAŞKALDIRAN İNSAN"



#AlbertCamus 📖 #Başkaldıranİnsan 📚

"Başkaldıran İnsan" ( l'homme revolte ) 1951 yılında yayımlanan Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Albert Camus'un deneme türünde kaleme aldığı eseridir. "Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri" diye başlayan yapıtta Albert Camus, saçma felsefesi olan absürde yenilmeden yaşama olanağı olarak sunduğu başkaldırı kavramı üzerinde durur ve bu kavramı metafizik ve siyasal boyutuyla tartışmaya açar. 

Albert Camus Aydınlanma Çağı ve Soğuk Savaş dönemlerinde yaşanan başkaldırıları ve devrimleri, bu devrimlerin etkilerini irdeleyerek başkaldırının bir çok yönünü ele almıştır. Bireyin anlamsız bir dünyadaki direnişini, isyan ve devrim tarihinin önemli temalarını irdelediği denemesinde, insanın tarihsel yoksayıcılık karşısındaki varolma çabasını ele almaktadır. Tanrısız, anlamsız ve amaçsız bir varoluşun içinde yaşayan insan, hayatın yaşamaya değer olup olmadığına dair seçenekler arar. Yazar, insanın varoluş sebebini ararken içinde bulunduğu koşula karşı çıkıp başkaldırmasını salık verir, çünkü verileni geri çevirebilmek "hayır" diyebilmek insana özgü bir durumdur ve insana özgü  başarıların da "hayır" diyebilmenin ürünü olduğu savunur. İnsanın başkaldırma nedeni haklılığına duyduğu inançtır ve bu açıdan her başkaldırı bir haksızlığa karşı mücadeledir. Yazar, hayata karşı her başkaldırının insana varoluşunun anlamını ve değerini kavramasına bir neden olduğunu vurgulayarak tarihten örneklerle aynı zamanda Dostoyevski ( Ivan Karamazov), Turgenyev (Bazarov) gibi yazarların isyankâr kurgusal karakterleri aracılığıyla okuyucuya aktarır.

#AlbertCamus📚

#Başkaldıranİnsan 📖

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri. Ama yadsırsa da vazgeçmez; evet diyen bir insandır da, hem de daha ilk deviniminde.

* Herhangi bir biçimde, herhangi bir yerde bizim de haklı olduğumuz duygusu uyanmadıkça başkaldırı olmaz.

* Her başkaldırıda, haksıza karşı bir tiksintiyle birlikte, insanın kendi benliğinin herhangi bir yanına tam ve birdenbire bir katılışı vardır. Böylece, kendiliğinden bir değer yargısı sokar araya, ne denli nedensiz olursa olsun, tehlikeler içinde sürdürür onu. Bu noktaya kadar, umutsuzluk içindeydi, koşulunu haksız da bulsa kabulleniyor, hiç değilse susuyordu. Susmak, hiçbir şeyi yargılamıyor, hiçbir şey istemiyor sanılmasına yol açmak, kimi durumlarda da gerçekten hiçbir şey istememektir. Umutsuzluksa, tıpkı saçmalık gibi, genel olarak her şeyi yargılar ve ister, özel olarak hiçbir şeyi. Sessizlik iyi belirtir bunu. Ama konuştuğu dakikadan sonra, hayır derken bile ister ve yargılar.

* Her değer başkaldırıyı getirmez, ama her başkaldırı yönelimi bir değeri çağırır sessizce.

* Ne denli bulanık bir biçimde olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırı eyleminden; insanda insanın, kısa bir zaman için bile olsa, özdeşleşebileceği bir şey bulunduğu konusunda bir sezgi, birdenbire göz kamaştırıcı oluveren bir sezgi.

* Başkaldıran kişi her şey olmak, birdenbire bilincine vardığı ve kendi varlığında kabul edilmesini, saygı gösterilmesini istediği bu değerle tümden özdeşleşmek ister ya da hiç olmayı, yani benliğine egemen olan gücün kendisini kesinlikle yere sermesini. Örneğin "özgürlüğüm" diye adlandıracağı bu vazgeçilmez kutsamadan yoksun kalacaksa ölümden başka bir şey olmayan son düşüşe boyun eğer. Diz çökmüş durumda yaşamaktansa, ayakta ölmeyi yeğ tutar.

* Düşman bildiğimiz insanlara yapılan haksızlığı da başkaldırtıcı bulabiliriz. Yazgıların özleştirilmesi ve karar verme vardır yalnız. Öyleyse birey, tek başına, savunmak istediği değerin kendisi değildir. Bu değeri oluşturmak için, en azından bütün insanlar gerekir. Başkaldırıda, insan başkasında kendi kendini aşar.

* Her başkaldırının varsaydığı değerin olumlu yanı Scheler'in tanımladığı hınç kavramı gibi tümüyle olumsuz bir kavramla karşılaştırılırsa, daha kesin bir biçimde belirlenebilir. Gerçekten de, başkaldırı edimi, sözcüğün en güçlü anlamında bir hak isteme eyleminden daha fazla bir şeydir... Scheler; hıncı çok güzel bir biçimde; sürüp giden bir güçsüzlüğün bir kendi kendini zehirlemesi, onun kapalı kapta kötü bir salgısı olarak tanımlamıştır. Başkaldırı, tam tersine, varlığın kabuğunu kırar, taşmasına yardım eder.

* Scheler, hıncın çekememezlikle renklendiğini söylemekte haklıdır. Ama elinde olmayanı çekemez insan, başkaldıran insansa olduğu şeyi savunur. Elinde bulunmayan ya da yoksun bırakıldığı bir şeyi istemez. Kendisinde bulunan ve hemen her durumda, göz dikebileceği şeylerin en önemlisi diye bildiği bir şeyi tanıtma ereğini güder.

* Çağlar ve uygarlıklarla birlikte, uğrunda başkaldırılan nedenler de değişir.

* İnsan var olmak için başkaldırmak zorundadır, ama başkaldırının kendi kendinde bulunduğu, insanların üzerinde birleştikçe var olmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir.

* Uyumsuz deneyimde, acı çekme bireyseldir. Başkaldırı deviniminden sonra, ortak olduğunun bilincine varır, herkesin serüvenidir artık. Aykırılığı ele alan bir düşüncenin ilk ilerlemesi bu aykırılığı tüm insanlarla paylaştığını ve insan gerçeğinin, tüm olarak, kendi kendisine ve evrene uzaklığı dolayısıyla acı çektiğini anlamaktır. Bir tek insanın çektiği dert ortak salgın olur. Gündelik acımızda başkaldırı, düşünce düzeyinde, cogito'nun gördüğü işi görür, ilk kesinliktir. Ama bu kesinlik bireyi yalnızlığından çekip alır. İlk değeri bütün insanlar üzerine kuran bir ortak noktadır. Başkaldırıyorum, öyleyse varız.

* Doğaötesi başkaldırı insanın kendi koşulunun ve bütün erenin karşısına dikilmesidir. İnsanın ve evrenin ereklerini yadsıdığı için doğaötesidir. Köle durumu içinde kendisine verilen koşula karşı çıkar; doğaötesi başkaldıransa, insan olarak kendisine verilen koşula.

* Ayaklanmış köle benliğinde efendisinin kendisine davranışını yadsıyan bir şey bulunduğunu kesinler; doğaötesi başkaldıransa, evrence yoksun bırakıldığını bildirir.

* İnsanlar herkeste herkesçe benimsenen, ortak bir değere dayanamıyorlarsa, insan için insan anlaşılmaz kalıyor demektir.

* Aykırı gibi görünecek ama en basit ayaklanma bile bir düzen eğiliminin belirtisidir.

* Köle adalet istemekle başlar, krallık istemekle bitirir işi.

* "Yaşamımızı bekleyişten bekleyişe tüketiyor ve hepimiz acı içinde ölüyoruz”, der Epikuros.

* Uzun bir kapalı kalma, uşaklar ya da katiller doğurur. Ruh, zindanda, boyun eğiş aktöresi olmayacak bir aktöre kuracak ölçüde güçlüyse, bir buyuruculuk aktöresi kurar çoğu zaman.

* Bir roman kahramanı kendisini yaratmış olan romancı değildir hiçbir zaman. Bununla birlikte, romancının aynı zamanda bütün kahramanları olması olasılığı da vardır.

* Hiçbir şey benim değil, hiçbir şey benden değil!" diye haykıran, sonra da, "Hayır, hayır, ister erdem olsun, ister günah, mezarda hepsi birbirine karışır," diye kesip atan kişi ne sakin ne de mutludur.

* Romantikler yalnızlıktan böylesine güzel söz etmişlerse, yalnızlık gerçek acıları olduğu, katlanılamayacak acı olduğu için söz etmişlerdir.

* İnanç ölümsüz yaşama götürür. Ama gizlemin ve kötülüğün benimsenmesini, haksızlığa boyun eğilmesini de gerektirir.

* İnsanlardan yana çıktığı için, payına yalnızlık düşer.

* Ölümsüz yasa özgürlük değilse, yasa yokluğu hiç değildir. Bunu söylemekten başka bir şey değildi buluşunun özü. Hiçbir şey gerçek değilse, dünya kuralsızsa, hiçbir şey yasak değildir; öyle ya, bir eylemi yasaklamak için bir değer ve bir erek gerekir. Ama hiçbir şeye de izin yoktur aynı zamanda; bir başka eylem seçmek için de değer ve erek gereklidir. Yasanın saltık egemenliği özgürlük değildir ama her şeyi yapabilmek de özgürlük değildir. Bütün olabilirlerin toplamı özgürlüğü vermez ama olanaksızlık köleliktir. Kargaşa da bir köleliktir. Özgürlük hem “olası”nın, hem “olanaksız”ın tanımladığı bir dünyada bulunabilir ancak. Yasa yoksa, özgürlük de yoktur. Üstün bir değerle yazgıya yön verilmiyorsa, rastlantı kralsa, karanlıklar içinde yürüyüştür söz konusu olan, körün korkunç özgürlüğüdür.

* Hiç kimsenin neyin ak, neyin kara olduğunu söyleyemediği yerde, ışık söner, özgürlük gönüllü bir tutsaklık olur.

* Özgürlük, “sağanakların savaş arabası üzerine yazılmış olan bu korkunç ad”, bütün devrimlerin özündedir. O olmadı mı adalet düşünülmesi olanaksız bir şey gibi gelir ayaklanmışlara. Yine de, bir zaman gelir, adalet özgürlüğün bir süre yasaklanmasını ister. O zaman büyük ya da küçük bir yıldırı gelip devrimi taçlandırır. Her başkaldırı bir suçsuzluk özlemidir, varlığa yönelen bir sesleniştir.

* "Özgürlüğün ölümü, şiddetin egemenliği ve usun köleliği" dir.

* Yenen her zaman yargıç, yenilen de sanık olacaktır.

* İnsan her şeyi yapabilirmiş gibi eyleme girişmeli, hiçbir şey yapamazmış gibi boyun eğmelidir.

* Sanatçı kendi hesabına yeniden kurar dünyayı. Doğanın senfonileri durmak bilmez. Dünya hiçbir zaman sessiz değildir; susuşu bile, bizim kavrayamadığımız titreşimlere göre, hep aynı notaları yineler.* Bizim algıladıklarımıza gelince; sesler verir bunlar bize, ender olarak da bir uyum verir, hiçbir zaman bir ezgi vermez. Yine de müzik vardır, senfoniler onda tamamlanır, ezgi kendi başlarına bir biçimi olmayan seslere biçimini verir, sonra notaların ayrıcalıklı bir düzeni, doğa kargaşalığından kafa ve yürek için terli bir birlik çıkarır.

* Sanat gerçeğe karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz.

* Roman yazmak da, roman okumak da tutarsız eylemlerdir. Gerçek olayları yeniden düzenleyerek bir öykü kurmak kaçınılmaz bir şey olmadığı gibi, zorunlu bir şey de değildir. Yaratıcı ile okurun hazzını öne süren sıradan açıklama, doğru olsa bile, çoğu insanların uydurma öykülere hangi zorunluluk dolayısıyla ilgi duyduklarını, hangi zorunlulukla bunlardan tat aldıklarını sormak gerekir.

* Herkes yaşamını bir sanat yapıtı yapmak ister. Aşkın sürmesini arzularız, ama sürmediğini biliriz; bir mucize olsa da bütün bir ömür boyunca sürse bile tamamlanmış olmazdı. Bu doymak bilmez sürme gereksinimi içinde, yeryüzü acısının ölümsüz olduğunu bilseydik, belki daha iyi anlardık bu acıyı.

* Bir sabah, bunca umutsuzluktan sonra, bastırılmaz bir yaşama arzusu bize her şeyin bittiğini, mutluluk gibi acının da bir anlamı kalmadığını bildirecektir.

* Her başkaldırmışta dünyaya kendi yasasını koyma ereğini güder, kimi dehalarda da başarıya ulaşır. “Ozanlar dünyanın benimsenmemiş yasa koyucularıdır,” der Shelley.

* "Sanatta aşırılığa kaçmaktan korkmamalı," der Flaubert. Ama büyütmenin "sürekli ve kendi kendisiyle oranlı" olması gerektigini de ekler.

* Sessiz bir dünyada adalet, yani köleleştirilmiş, dilsiz adalet, yardımlaşmayı yok eder, sonunda adalet olmaktan çıkar.

* İnsanlar ancak özgürlük için güzel ölmüşlerdir: Bütün bütün öldüklerine inanamıyorlardı o zaman.

* Tarih önünde “varız”, tarih de, kendi içinde sürmesi gereken bu “varız”a saygı göstermelidir. Başkalarına gereksinimim var, onların da bana ve herkese. Her ortak eylem, her toplum bir disiplini varsayar, bu yasa olmadı mı birey düşman bir topluluk önünde eğilen bir yabancıdan başka bir şey değildir. Ama toplum ve disiplin “varız”ı yoksadı mı yönünü şaşırmış demektir. Bir anlamda, ortak onuru tek başına üzerimde taşıyorum, ister kendimde olsun, ister başkasında, onun alçaltılmasına izin veremem. Eğri değildir bu bireycilik, her zaman çarpışma, bazı bazı da, mağrur acımanın doruğunda, eşsiz bir sevinçtir.

* Hepimiz zindanlarımızı, cinayetlerimizi, yıkımlarımızı kendi içimizde taşırız. Ama görevimiz bunları yeryüzüne salıvermek değildir; ister kendi içimizde olsunlar, ister başkalarında, onlarla savaşmaktır.

* Herkes kurtulmamışsa, bir tek kişinin kurtulması neye yarar!

* Geleceğe karşı gerçek cömertlik her şeyi şimdiki zamana vermektir.

* Yeryüzünün kısacık aşkını fethetmek için yayını germek zorunda olduğu, en sonunda bir insanın doğduğu bu saatte, çağı ve onun delikanlı kızgınlıklarını bırakmak gerek. Yay bükülüyor, ağaç haykırıyor. En yüksek gerilimin en son noktasında dosdoğru bir ok fırlayacak, okların en bükülmezi, en özgürü.