23 Ağustos 2022 Salı

PEARL S BURCK "ANA"

Pearl S. Buck "Ana" 📚


Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ilk ABD'li kadın yazar olan Pearl Sydenstricker Buck, ömürlerinin uzun bir kısmını Çin'de geçirmiş Amerikalı bir ana-babanın çocuğudur. Pearl S. Buck'ın kitaplarında kendisinin de ömrünün bir kısmını geçirdiği Çin'deki yaşamı yansıtır. 

Yalın bir anlatıma sahip olan romanı "Ana" Çin'in küçük bir köyünde çocuklarını tek başına büyütmek zorunda kalan, ömrü beklemekle ve umut etmekle geçen bir ananın hikayesini konu alır. 

Eserin başından sonuna kadar ismi hiç söylenmeyen "Ana'' birçok kültürdeki analığın canlı bir heykeli gibidir. Kitapta "baba" vurdumduymaz, "ana" ise kendini çocuklarına adayan karakter olarak lanse edilir. Okuyucuya analık sonrası bir kadınla beraber hayatının evrelerinde yolculuk yaptırılır. Ülkedeki komünist darbe öncesine de biraz tanık olma imkanı bulabiliyor okuyucu. Şimdilerde bilindik olan "komünizm"in ne olduğu o dönemde tam olarak bilinmemektedir ve bu nedenle neye hizmet ettiğini bilmeyen birçok insan maşa olarak kullanılmıştır.

Çin maternal kültürünü anlatan bu kitapta "Ana"nın yoksulluk, sefalet, bekleyiş ve toprakla geçen hayatı Anadolu'ya da yabancı değildir. Erkek evlat önceliği ve değerliliği, evlat ayrımı, evin hükmü elden gidecek korkusuyla ne kadar kayınvalidesini el üstünde tutmaya çalışsa da gelinin kusurunu arayıp bulmaya çalışma, biraz okuyup yazma öğrenince kendini üstün tutma, ne yaptığını bilmeden neyi savunduğunu anlamadan maşa olarak örgütlerde kullanılma gibi pekçok şey evrenselliğini devam ettiriyor. 


#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Oldum olası tarla işini her işten çok sevmişti. Toprak üstünde çalışıp çabaladıktan sonra, vücudu toprak işinin temiz terine bulanmış olarak eve dönmeyi, terinin serin rüzgarda kurumasını, vücudundaki büyük ama tatlı yorgunluğu duymayı pek severdi. Gözleri tarlalara, dağlara, büyük şeylere alışıktı. İğne iplik gibi küçük şeylere alışmak güç geliyordu.

* Evleri boşlukla dopdoluydu.

* Bazen bütün ömrü bir bekleyişten ibaretmiş gibi geliyordu...

* "Suçun aslını esasını bilmiyorum" diye anlatmaya başladı. " Yalnız dediğim gibi, adına komünist diyorlar. Yeni çıkan bir laf bu. Hep duyarım da anlamı nedir diye sorarım. Anlayabildiğim kadar, harami çetesi gibi bir şey galiba. Zindan kapısındaki o tüfekli nöbetçiye sordum. O da dedi ki : 'Komünist nedir diye mi sordun? Senin tarlanı senden çalıp üstüne oturmak isteyen biridir. Devlete, hükümete karşı fesat kuran kimselerdir bunlar. Topunu birden öldürmek gerek' dedi. İşte buymuş suçu."

* 'Sizin oğlan ölümden korkuyor' dedi zindancı. 'İşlediği suçun ne olduğunu, niçin öleceğini bile sanmam ki anlamış olsun. Basit bir köylü gence benziyor' dedi. 'Besbelli öbürleri onu kendi işlerine alet etmiş, büyük büyük sözler vermişler.' Zindancının dediğine göre bizim çocuk üzerinde birtakım kitaplarla bulunmuş. Elaleme dağıtıyormuş bu kitapları. İçlerinde de hükümeti devirip herkesin parasını, malını paylaşmak gibi kötü kötü şeyler yazılıymış.

* Oturduğu yerden göklerin gitgide aydınlanışını seyretti. Gün ışığının, o sabah hiç ölen olmamışçasına taptaze, altın rengiyle yeryüzüne serpilişini seyretti.

* Önünde sonunda bu ufacık eve, durmadan çocuk doğuran bu kadına döndüğü zaman erkek dehşet içinde kalarak düşünürdü ki, yeryüzünde onun görüp göreceği budur: Sabah kalkıp tarlaya gitmek...her Tanrı'nın günü bu kendinin olmayan toprak üzerinde çabalayıp didinmek, kendi babasının da bir zamanlar yapmış olduğu gibi... Eve gelip hep bu yavan yemekleri yemek, topraktan aldığı ürünün hiçbir zaman en iyisini tadamamak, çünkü ürünün en iyisini başkaları yesin diye satmak zorundaydılar... Uyumak ve ertesi sabah yine aynı hayata gözlerini açmak...

* Hiçbir zaman gereğinden fazla çalışıp kendini çökertmemişti.

* Hayatından hoşnut değildi. Ömrünce yeni bir şey göremeyeceğini, günlerin bu değişmez çarkını yıllarca, sonunda ihtiyarlayıp ölünceye değin dönüp duracağını bilmek, dayanılmaz bir şey gibi geliyordu ona.

* Bütün neşesini, latifelerini, sevimli hallerini yabancılara ve kendi evinden olmayanlara saklıyor gibiydi.

* Evlendiği adamı hiçbir zaman yalnızca erkekliği için sevmedi. Kendini ana yaptığı, kendi analığının bir parçası olduğu için sevdi erkeğini.

* İkisine de acımamak elde değil: Oğlu, yaşına göre çok ağır olan hizmetin acı yüküyle ezilmiş, kızı ise ısdırabına sızlanmasız katlanmak zoruyla üzülmüş.

* Bir erkeğin asıl huyu, karısının nasıl olduğu bilinmedikçe meydana çıkmaz.

* Büyük oğlan analarının küçüğe karşı beslediği bu sıcacık sevgiyi seziyor, için için kudurdukça kuduruyordu. Küçüklüğünden beri yapmış olduğu her işi, anasının üzerinden kaldırmış olduğu her yükü şimdi bir bir hatırlıyordu. Ve hatırladıkça anasını dünyanın en zalim insanı olarak görüyor, çocukluğundan beri onun hatırı için çalışıp cabalamalarını boşa saydığını düşünüyordu. Böylece yüreğinde yavaş yavaş derin bir düşmanlık birikti ve delikanlı kardeşine kin bağladı.

* Halinde, tavrında bir terbiye, bir incelik göremedi. Oysa o kadarcık insaniyet, terbiye herkeste bulunur; insanın ille okumuş, kibar olması şart değil...

* Bazen yoksullukla kötülüğü ayırt etmek güçtür.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder