19 Kasım 2023 Pazar

MİHAİL ŞOLOHOV "DURGUN DON"

 


Ve Durgun Akardı Don...

1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Rus yazar Mihail Şolohov'un dört ciltlik epik romanı Durgun Don, 20. yüzyıl Rus ve Dünya Edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Eser, Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Rus İç Savaşı sırasında Don Kazaklarının yaşamlarını ve mücadelelerini anlatmaktadır.

Romanın ilk cildinde Kazakların gelenek görenekleri köy hayatı anlatılırken , ikinci ciltte Şubat ve Ekim Devrimleri'nin Kazaklar üzerindeki yansımalarını görürüz. Romanın üçüncü cildinde Yukarı Don Ayaklanması anlatılır. Romanın dördüncü cildinde bitmek bilmeyen savaşın trajedileri devam eder.

Roman, bir Kazak ailesi Melehov'lar etrafında döner ve çarlığın yıkılışı, Rusya'da iç savaş ile devrim sürecini onların yaşamları, ilişkileri, kültürleri ve geleneklerinin etrafından okura aktarır. Romanın kahramanı bir Kazak köylüsü olan Gregor Melehov'dur. Gregorun gençlik dönemindeki köy yaşantısı ardından katıldığı l. Dünya Savaşı sırasında cephede yaşadıkları ile değişen duygu ve düşünce dünyası ve sonrasında çarlığın yıkılışıyla onunla birlikte Kazakların yaşadıkları ile çöken ruh hali analiz edilmiştir. Devrim sürecinde aile fertleri, akrabalar, aynı köyün kentin insanları karşı karşıya gelir, savaşın neden olduğu ölümler onca yuvayı yıkarken bu sürecin etkileri, ana kahraman Gregor'a yaşamı sorgulama imkanı verir ve savaşın yıkımlarıyla birlikte iç dünyasına da çelişkiler doğurur.

Şolohov, devrim öncesi ve sonrası Rus yaşamını, özellikle de feodal değerlere ve Çar'a bağlılığını sürdüren Kazakları betimlerken birey ve toplum ilişkilerini irdeleyerek kurgular.

Durgun Don'un ana kahramanı Gregor Melehov'un köy hayatına, doğaya, bağımsızlığa tutkusuyla birlikte, haklarını almak için başkaldırıp sınıfsal farkındalığı kavramak arasında çelişkili duygular arasında sıkışıp kalır.

Romanda, aşk, tutku, sadakat ve namus kavramları da güçlü bir biçimde kendisine yer bulur. Gregor'un yasak aşkı Aksinya arasındaki gelgitlerle devam eden ilişkisi de romanın önemli bir temasıdır. İki aşık geleneklerin baskısına kâh boyun eğer kâh mücadele ederler. Gregor'un komşularının karısı Aksinya ile ilişkisine son vermesi için ailesi, çocukluk arkadaşının kızkardeşi Natalya ile evlendirir. Aşk, tutku ve sadakat kavramları Gregor, Aksinya ve Natalya karakterleri üzerinden işlenirken, onların etrafında, bu çetrefilli ilişkilerin yaşandığı Kazak köyünün namus kavramı da betimlenir.

Roman, yazara Lenin Nişanı ve Stalin Ödülü’nü kazandırırken, Şolohov 1965 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.


Altını çizdiğim satırlar 📝

* Yaşam ana yatağından çıktı mı, birçok kola ayrılır. Aldatıcı, dolambaçlı gidişi içinde bir daha hangi yatağa yerleşeceğini önceden kestirmek güçtür. Bugün kumlu bir yatak üzerinde, dibi görünecek kadar sığ, minicik bir dere halinde akar, yarın kabarır, yatağını doldurur.

* Savaş ve Barış'ta, Tolstoy, karşı karşıya gelen ordular arasındaki bir çizgiden söz eder; yaşayanlarla ölüleri birbirinden ayıran bilinmeyenin çizgisidir bu.

* İstesen de istemesen de saçınızdan tutup sürüklerler bizi savaşa.

* Mezarları otlar nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar. Rüzgar gidenlerin izlerini nasıl silerse, zaman da öylece, sevdiklerinin dönmesini boş yere beklemiş olanlarla, hep boş yere bekleyecek olanların müthiş acılarını ve anılarını alır götürür, çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünyada hiç kimseye uzun bir zaman bağışlanmamıştır.

* "Söylediği sözlere bak şunun! Tanrıdan da korkmuyor..."

"Tanrı mı? Artık ondan bana bir hayır gelmez. Zaten bütün ömrüm boyunca hep benimle uğraştı..."

* Hayatta kendinden esirgeyemediği tek bir şey vardı: Kitap; İş kitap satın almaya geldi mi akan sular dururdu. Severdi okumayı.

* Savaşın ilk günlerinde kendisine azap veren o acıma duygusunun artık hiç kalmadığını hissetmişti. Yüreği sertleşmiş, suyu çekilmiş bir tuzlu bataklık gibi katılaşmıştı; tuzlu bataklık nasıl suyu emmezse, onun yüreği de öylece, acıma denilen şeyi içine almaz olmuştu. Buz gibi bir yürekle, kendi canını da başkalarının canını da hiçe sayarak, şan ve şerefe boğulmuştu.

* Öylesine müthiş, öylesine azgın bir sevinç kaplamıştı yüreğini ve içine öyle bir gücün, öyle bir azmin aktığını hissediyordu ki, elinde olmaksızın gırtlağından ıslık gibi bir hırıltı koptu. İçinde hapsolan bütün gizli duygular boşalmıştı şimdi. Bundan böyle izleyeceği yol en sonunda gözünün önünde aydınlanıvermişti; bozkıra düşen ay ışığı gibi.


Tezek yığınları arasında bir hayvan gibi saklanıp, dışarıdan gelen her insan sesiyle, her gürültüyle irkildiği o kahredici günlerde her şeyi tartmış, her konuda kararını vermişti. Gerçeği aradığı, kararsızlıklar geçirdiği, istiraplı iç mücadeleleriyle oradan oraya döndüğü günleri hiç yaşamamıştı sanki. Altından geçtikleri bir bulut gibi, o araştırmaları da şimdi ona amaçsız, boş görünüyordu. Bu kadar düşünecek ne vardı sanki? Ruhu kovalanan bir kurt gibi bir kaçış yolu bulmak, çelişkileri çözmek için heden çırpınmıştı öylesine? Yaşam saçma denecek kadar, akil ermeyecek kadar basit görünüyordu. Bütün insanların kanadı altına sığınabileceği bir gerçeğin hiçbir vakit var olmadığına inanıyordu şimdi; artık o, herkesin yolunun ayrı olduğunu düşünüyordu. İnsanlar ezelden beri bir ekmek parçası, bir toprak parçası, bir parça yaşama hakkı için dövüşmekteydi ve güneş üstlerinde parladığı, damarlarındaki kan ılık ılık aktığı sürece de dövüşeceklerdi. Onu canından etmek, yaşama hakkından yoksun bırakmak isteyenlerle dövüşmek, hem de azimle kararsızlığa düşmeden, nefretin soğuk çeliğiyle dövüşmek gerekti. Duygularına gem vurmamalı, onları başıboş bırakmalıydı.

* Cephede huzursuzluk baş gösterince -ki bu kaçınılmaz bir şeydir; askerler savaşmaktan bıkınca, kaçma olayları artınca- ayaklanmaları bastırmak için Kazaklar kullanılacak. Hükümet Kazakları elinde bir taş gibi saklıyor. Zamanı gelince devrimin kafasını bu taşla ezmeye kalkacak.

* "Bu generaller de bir şeyi akıllarından çıkarmasa iyi eder: Devrimden sonra halk çok değişti, hatta yeniden doğdu da diyebilirsin. Oysa subaylar hâlâ eski kafayla gidiyor. Korkarım yakında kafalarını taşa çarparlar... Hepsinin eklemleri tutulmuş bu subayların. Bunların beyinlerine biraz makine yağı sıkmalı ki gıcırtısı kesilsin."

"Ne demek istiyorsun?"

"Demek istiyorum ki, bunlar hâlâ eskisi gibi kabarıyor. Mesela ben, Alman savaşından beri subay olarak görev yapıyorum. Bu rütbeyi de kanım pahasına elde ettim! Ama ne zaman bir mektepli subay toplantısına gitsem, kıçımdaki donla ayazda kalmış gibi hissediyorum kendimi. Heriflerin bana karşı takındığı tavrın soğukluğu sırtımdaki tüyleri ürpertiyor!...

Ben onların gözünde beyaz bir köleyim. Bir onların bir de benim ellerime bak... Benimkiler el değil, at toynağı! Onlar görgülüdür, bastıkları yeri bilir, ama ben odaya girdim mi, ayağımın takilmadığı yer kalmaz. Onlar tuvalet sabunu, kadınların süründükleri her çeşit boya ve krem kokar ama ben at sidiği kokarım, ter korkarım. Onların hepsi okumuş kişilerdir, ama ben bir kilise okulunu zar zor bitirmiş biriyim. Tepeden tırnağa yabancıyım onlara. İşte bu yüzden oluyor bütün bunlar! Ne zaman yanlarından ayrılsam, yüzüme bir örümcek ağı yapışmış gibi hissediyorum kendimi; her tarafım karıncalanıyor, huzurum kaçıyor ve gidip yüzümü yıkamak istiyorum."

* Aslında olanlar neydi? Henüz hemcinslerini öldürmekte ustalık kazanamamış insanlar, ölüm meydanlarına itilmiş ve bu insancıklar, çevrelerini saran ölüm korkusu içinde hücuma kalkmış, gözleri dönmüş bir halde ve ne yaptıklarının farkında bile olmaksızın birbirlerini vurmuş, birbirlerini kesmiş biçmiş, atlarıyla birlikte sakatlanmış ve içlerinden birinin vurulup ölmesi üzerine de dönüp kaçmıştı. Maneviyatları kırılmış olarak, ruhen çökmüş olarak kaçmışlardı.

İşte, kahramanlık destanı denilen şey!






31 Ekim 2023 Salı

Pulitzer Ödüllü ABD’li yazar Upton Sinclair, 1906 yılında yazdığı ve dilimize 'Şikago Mezbahaları' adıyla çevrilen 'The Jungle' adlı eseri büyük yankı yapmış ve kamouyunun dikkatinin mezbahalardaki sağlıksız çalışma koşullarına çekmiştir. Eserin yayınlanmasından hemen sonra ABD'deki et sektöründe iyileştirme çalışmaları başlamış ve konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmıştır.

Upton Sinclair 'Şikago Mezbahaları' kitabı kapitalist sisteme ağır bir eleştiri getirmektedir. Amerikan toplumunun sanayi devrimiyle birlikte makinalaşması topluma gelişme ve refahlık yerine işçilerin yaşam şartlarını sıkıntıya sokmuş topluma buhran getirmiştir; bencillik, rekabet ve ahlaksızlık kolkola girmiştir, ayakta kalmak için güçlü olmak, güçlü olmak için de sömürme yolu seçilmiştir. Kitapta da kapitalizmin aç gözlü rekabetçiliği yerilir; ayakta kalanların en güçlüler değil en ahlaksızlar olduğunu ve iş verenlerin bu şartlarda işçilerin nasıl kanını emdiğini göstermiştir. Yazarın amacı özellikle gıda sanayisini eleştirmek değil kapitalist sistemin kâr üzerine dönen çarklarına dikkat çekmek olsa da okuyuculara gıda sanayisinin iç yüzünü göstermekten de geri kalmamıştır. 

Upton Sinclair, sendikal hakların henüz olmadığı, kapitalist sömürünün içinde yılmadan yaşam mücadelesi veren, yavaş yavaş bilinçlenen ve karşı mücadeleye geçen başkarakter Jurgis’in öyküsünü kasvetli bir kurguyla fakat gerçeğin en sert hâlini yüzümüze vurarak aktarır.

Sanayi toplumu içindeki çaresiz yoksulluğu anlatan roman toplumsal bunalım, kitlesel yoksullaşma dönemlerine ayna tutmuştur.



#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

* O günlerde uygarlığın nasıl bir şey olduğunu her zamankinden daha net gördü; kaba güç dışında hiçbir şeyin geçerli olmadığı bir dünya, güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen.

*Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu, elleri kolları bağlanmıştı, kanunlar onlara karşıydı, toplumun işleyiş biçimi tamamen başlarındaki zalime hizmet ediyordu.

* Fakat durum içler acısıydı çünkü hiç de adil olmayan bir savaştı; bazıları öyle avantajlıydı ki!

* Ticari rekabetin hüküm sürdüğü toplumlarda para zorunlu olarak bir üstünlük gösterge­si, müsriflik temel güç kriteridir.

*Devlet mi? Devletin amacı mülkiyet haklarına muhafızlık etmek, statüko­ nun ve modem sahteciliğin sürekliliğini sağlamaktı. Evlilik mi? Evlilik ve fuhuş bir madalyonun iki yüzü, yırtıcı insanın cinsel hazzı sömürme biçimiydi. Aralarında sadece sınıf farkı vardı. Parası olan bir kadın kendi şartlarını kabul ettirebilirdi: Eşitlik, evlilik sözleşmesi, çocuklarının meşruiyeti, yani mülkiyet hak­ları. Parası yoksa, proleter sınıftansa, var olabilmek için kendini satardı. Bir de Şeytan'ın ölümcül silahı olan Din konusu vardı. Devlet maaşlı kölenin bedenine zulmederken, Din zihnini ele geçirir ve gelişim ırmağını kaynağından zehirlerdi. İşçi sınıfı ge­lecek umudunu korumaya çalışırken, bir yandan cepleri boşal­tılırdı; tutumlu olmayı, tevazuyu, itaati -kısacası kapitalizmin bütün sözde erdemlerini- öğrenerek büyümelerini sağlardı. 

*Devrimciler melek değildi; onlar da erkekti ve üstelik sosyal uçurumun en dibinden üzerlerine bula­şan balçıklarla birlikte çıkmış adamlardı. Kimileri içiyor, kimile­ri küfrediyor, kimileri turtayı bıçağıyla yiyordu; öteki insanlarla aralarında tek bir fark vardı: Onların umudu ve uğruna savaşa­cak , acı çekecek bir davaları vardı.

*Filozoflar üzerinde akıl yürütmüş, peygamberler lanetlemiş, şairler ağlayıp yakarmışken, bu korkunç Canavar hala serbestçe ortalıkta dolaşıyor! Okullarımız ve üniversitele­rimiz, gazetelerimiz ve kitaplarımız var; hem gökyüzünü hem de dünyayı inceledik, ölçüp biçtik, irdeledik, aklımızla anladık; ve hepsi insanları birbirlerini yok etmeye yarayacak silahlarla donatmaya yaradı! Adına Savaş diyor, geçiyoruz... bari sizler basmakalıp sözlerle ve geleneklerle beni geri çevirmeyin... be­nimle gelin, bana katılın.. . farkına varın! Mermilerle delik deşik, patlayan bombalarla paramparça olmuş cesetleri görün! İnsan etini delen süngünün sesini duyun; acılı inleyişlerle çığlıkları duyun, öfke ve nefretle birer iblise dönüşmüş adamların acıyla buruşmuş yüzlerini görün!

* İşçiler, işçiler; yoldaşlar! Göz­lerinizi açın ve çevrenize bakın! O kadar uzun zamandır cehen­nem ateşinde yaşıyorsunuz ki duygularınız körelmiş, ruhunuz uyuşmuş durumda; ama hayatınızda bir kez olsun yaşadığınız bu dünyayı fark edin...

* Kimi hapishanelerde siz parmaklıkların ardındasınızdır, istediği­niz her şey dışarıda; kimilerindeyse siz dışarıdasınızdır, istenen şeyler parmaklıkların ardında.

* Seçim günlerinde bütün bu yoz­laşmış suçlular tek bir güç haline geliyordu; bölgedeki oy oranı­nı yüzde birlik yanılma payıyla söyleyebiliyor ve bir saat içinde değiştirebiliyorlardı.

* Bu adamlar kendi rızaları olmadan bu can pazarının içine doğmuş, ellerinden başka bir şey gelmediği için bunun bir parçası olmuştu; hapiste olmak onları utandırmı­ yordu çünkü oyun başından beri adil değildi, zarlar hileliydi. Milyonlarca dolarla üçkağıtçılık yapanların tuzağa düşürüp bir kenara attığı, ufak paralarla üçkağıtçılık yapan hırsızlardı onlar. 

* Adaletmiş; yalandı, yalan, korkunç, vahşice bir yalan; karanlık, mide bulandırıcı, ancak kabuslara yaraşır bir şeydi. Sahte ve iğrenç bir oyundu. Adalet diye, hak diye bir şey yoktu; yalnızca güç, zorbalık, kayıtsız ve kontrol­ süz bir keyfilik ve güç vardı!

* İnsanın kendi başının çaresine bakması gerektiğini, sırtınız yere gelirse çığlıklarınızı kimsenin duymayacağını bilecek kadar da görmüş geçirmiş biriydi.

* O günlerde uygarlığın nasıl bir şey olduğunu her zamankinden daha net gördü; kaba güç dışında hiçbir şeyin geçerli olmadığı bir dünya, güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen.




16 Ağustos 2023 Çarşamba

SAUL BELLOW 'HERZOG'

 📚




Herzog, Nobel Edebiyat ödüllü yazar Saul Bellow'un başkahramanının mektuplarından oluşan 1964 tarihli romanıdır. Kurgu dalında ABD Ulusal Kitap Ödülü'nü ve Prix International'ı kazandığı eserinde misyonu "kendini geliştirmek" olan gergin ve dikkati dağılmış Profesör Herzog'un evlat, kardeş, koca, baba, sevgili, yazar, akademisyen olarak başarısız olmasını ve bu gerçeklerle yüzleşmesini konu ediyor. Bozulan evliliklerinin, kötüye giden kariyerinin, tatsız hatıralarla iştigal olan hafızasında çocukluğunun sahnelerini onu ziyaret ederken ruh hali büyük dalgalanmalar ve kaymalarla değişir, şiddet veya umutsuzluk arasında debelenir. Roman boyunca yer alan geri dönüşlerde, Herzog'un hayatının kritik ayrıntıları gün ışığına çıkar.

Olaylar okuyucuya birinci ve üçüncü şahısın raporu arasında gidip gelerek aktarılır; hem 'O' ile nesnel hem 'Ben' ile acı çeken bir benlik.

Herzog'un sadece kadınlar ve arkadaşlarla değil, toplumla ve kendisiyle olan ilişkileri de romanın ana temasıdır, kendi düşünceleri ve düşünce süreçleri yazdığı mektuplarda açıkça ortaya konulmaktadır. Mektuplarından bazıları şakacı, bazıları sert ama hepsi sentimental bir ruh haliyle oluşturulmuş ve psikoloji kalıplarını üstüne püskürtmüştür, her şeyi kuşatan bir farkındalığın içinde geçmiş ve günümüz arası bir medcezir oluşturmuştur. Korkunç uçurumlarla dolu bu çağda yer alıp hayatta kalmak için insanlar geçmişten de medet umar ve kurulan köprüde değişen pek çok şey görülerek yol almaya çalışırken günümüzde de aşk gibi adalet gibi kavramların önemli olduğu hem duygusal hem entelektüel cesaretin önemi vurgulanır.

Fikirlerin dünyası ile gerçek dünyanın sürekli olarak birbirine karıştığı romanda İlişki zorlukları, entelektüel başarısızlıklar ve bazen delilik gibi görünen bir hikaye olan Herzog; yalnızca fikirler dünyasında yaşamanın potansiyel risklerine değinir.

Yazar, en keskin eleştirisini, hepimizin altında yaşadığı şiddet tehdidiyle başa çıkmaya çalışan kişilerin ilaç bulma yolu ve yöntemi üzerine yapıyor.

Roman, Herzog'un batı Massachusetts'teki Berkshires'da kurgusal bir kasaba olan Ludeyville'deki evinde başlar. 

Roman, ilk eşini terk ettiği ikinci karısı tarafından boşanmasının ardından orta yaş krizi yaşayan kırk yedi yaşındaki Moses E. Herzog'un hayatından beş günü konu alıyor. İlk karısından bir oğlu, ikici karısından bir kızı olan Herzog'un aynı zamanda bir kadınla ilişkisi sürmektedir.

Herzog, boşanmasın sarsıntısıyla zamanının çoğunu zihinsel olarak tasarladığı ve asla göndermediği mektuplar yazarak geçirir. Bu mektuplar sevip-sevmediği tanıdıklarına, arkadaşlarına, eski dostlarına, aile üyelerine ve ölüler de dahil olmak üzere, Herzog'un hiç tanımadığı tarihi kişilikler, filozoflar, psikologlar gibi ünlü şahsiyetlere de yöneliktir. Herzog, başkalarının başarısızlıkları veya sözleriyle kendi hayal kırıklığını ifade etmeye çalışırken, başkalarını hayal kırıklığına uğratma şekli için kendini sorgulamaktadır.

Herzog boşandığı ikinci eşinden kızının velayetini geri alma olasılığını avukatla görüşmek üzere adliyeye gittiğinde zanlı, avukat, hakim, mağdur arasında geçen olaylara tanık olarak adalet kavramını hukuk sistemiyle değil insanlık kavramıyla sorgulamaya başlar.

Herzog, hayatı gibi onarıma ihtiyacı olan ancak yapısal olarak sağlam olan evini tamir etmek için planlar yapmaya başlar ve daha fazla mektup yazmasına gerek olmadığını söyleyerek hayatını akışına bırakmaya karar verir.



#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Tarihsel bilincin artmasının ilginç bir sonucu da şu ki, insanlar açıklamanın hayatta kalmak için şart olduğunu düşünüyorlar. Durumlarnı açıklamak zorundalar. Ve şayet açıklanmamış hayat yaşama ya değmezse, açıklanmış hayat da bir o kadar dayanılmaz. "Sentez yap ya da yok ol!" Yeni yasa bu mu? Ama insan zihninden ne kadar tuhaf fikirlerin, sanrıların, yansıtmaların çıktığını görünce Tanrı'ya yeniden inanmaya başlıyorsunuz. Bu budalalıklara rağmen hayatta kalmak... Her neyse, entelektüel hep bir Ayrılıkçı olmuştur. Ve bir Ayrılıkçı nasıl bir sentez öne sürebilir? Neyse ki ben günlük hayattan çok fazla uzaklaşma imkânına sahip değildim. Buna memnunum. Diğer insanlarla olabildiğince çok şey paylaşmak ve kalan yıllarımı eskisi gibi harcamaktan kaçınmak niyetindeyim. İçinde derin, baş döndürücü bir başlama isteği oldugunu hissetti. 

* Esaret ve can sıkıntısı şehveti körüklüyor olmalı. Ayrıca sahip olunan bölgeyi savunma içgüdüsü cinsellik içgüdüsünden daha güçlü olabilir.

* Gerçek neşe, Epikürcülerin görünüşteki iyimserlikleri ya da kırık kalpli kimselerin stratejik canlılıkları değil. Ayrıca derin acının, yaş odun gibi ağır ağır yanan acının insanı yücelttiğini düşündüğünüzü de biliyorum ve bu konuda da size hemen hemen katılıyorum. Ama bu yüksek eğitim için hayatta kalmak şart. Acıdan uzun yaşamak zorundasınız. Bu tartışmacı tutumu ve büyük adamları kızdırmayı bırak artık! Hayır, gerçekten, Herr Nietzsche, size büyük bir hayranlık besliyorum. Sempati duyuyorum. Bizim hiçlikle yaşayabilmemizi sağlamaya çalışıyorsunuz. Kendimizi iyi huyluluk ve güven gibi olgularla, sıradan insani meselelerle kandırmak yerine kötülüğü evire çevire, her açıdan, amansızca, demirden bir iradeyle, daha önce hiç kimsenin sorgulamadığı gibi sorgulamamızı ve acınası tesellilere kulak asmamamızı sağlamaya çalışıyorsunuz. En mutlak, en yakıcı sorular. İnsanlığı şu anki haliyle reddediyorsunuz; o sıradan, pratik düşünen, çalıp çırpan, leş gibi kokan, aydınlanmamış, körkütük sarhoş ayak takımını. Ama sadece emekçi ayak takımını değil; kitaplarıyla, konserleriyle, seminerleriyle, liberalizmiyle, romantik dramatik "aşkları" ve "tutkularıyla" ondan daha da beter olan "egitimli" ayak takımını da reddediyorsunuz. Bütün bu saçmalıklar yok olmayı hak ediyor ve olacak da. Tamam. Yine de sizin aşırıcılarınız da hayatta kalmak zorunda. Hayatta kalmak yoksa 'Amor Fati' ( Kader Sevgisi) de yok. Sizin ahlak karşıtlarınız da et yiyor. Onlar da otobüse biniyorlar. Tek farkları şu ki, otobüste midesi en çok bulanan yolcular onlar. İnsanlığın başlıca besini, çarpıtılmış fikirler. Çapıtırıldığında sizin fikirleriniz de şiddetle kınadığınız Hıristiyanlığınkilerden daha iyi değil. İnsanlıkla bağlantısını koparmak istemeyen her filozof kendi sistemini önceden çarpıtıp birkaç onyıl sonra neye benzeyeceğini hayal etmeli. Sadece bir sınır bölgesi olan bu yemyeşil, dünyevi aydınlıktan selamlarımı gönderiyor ve her neredeyseniz size mutluluklar diliyorum. Saygılarımla, Maya'nın örtüsünün altındaki M.E.Herzog

* Bence Kierkegaard gerçeğin bizim üzerimizdeki gücünü kaybettiğini ve korkunç bir ıstırabın ve kötülüğün onu bize tekrar öğretmesi gerektiğini; insanlığın yeniden ciddileşebilmesi için Cehennemin ebedi acılarının tekrar gerçeklik kazanmak zorunda olduğunu söylemek istiyordu. Ben buna katılmıyorum. Kriz, yabancılaşma, felaket ve umutsuzluk kavramlarıyla oynayan güvenli, rahat insanların ağzından bu tür fikirler duymanın beni hasta ettigi gerçeğini bir kenara bırakalım. Lanetli bir zamanda yaşadığımız, dünyanın sonunu beklediğimiz gibi düşünceleri, popüler dergilerde rastladığımız bu katıksız saçmalıkları artık kafamızdan atmalıyız. Durum bu tüyler ürpertici oyunlar olmadan da yeterince iç karartıcı. Insanların birbirini korkutması bayağı bir ahlaki egzersiz. Ama asıl meseleye gelecek olursak, acı çekmenin salık verilmesi ve övülmesi bizi yanlış yöne sevk ediyor ve uygarlığa sadık kalmak isteyenlerimiz o yöne gitmemeli. İnsan acıyı doğru şekilde kullanma, tövbe etme, aydınlanma gücüne sahip olmalı; buna vakti ve fırsatı olmalı. Dindar insanların gözünde acı çekme sevgisi şükran duygusunun bir biçimi veya kötülüğü tecrübe edip onu iyiliğe dönüştürmek için bir fırsat. Bu kimseler tinsel döngünün insanın var oluşunda tamamlanabileceğine ve tamamlanacağına; insanın, hayatının son anlarında bile olsa çektiği acının faydasını göreceğine, Tanrı tarafından gerçek ile ödüllendireceğine ve değişmiş biri olarak öleceği ne inanıyorlar. Ama bu özel bir egzersiz. Çoğunlukla acı çekmek insanları kırıyor, eziyor ve hiç de aydınlatıcı bir deneyim degil. Acının insanları ne kadar korkunç bir şekilde yok ettiğin insanlıklarını kaybetmenin neden olduğu istirap da eklenince ölümlerinin tam bir yenilgi olduğunu görüyorsunuz. Sonra da "orfizmin modern biçimleri" ve "acı çekmekten korkmayan insanlar" hakkında yazıp ortaya başka kokteyl partisi tabirleri atıyorsunuz. Neden bunun yerine güçlü bir imgeleme sahip olan, derin hayallere dalıp olağanüstü ve kendine yeten kurmacalar üreten insanların bazen -uyanık olduğunu hissetmek için kendini çimdikleyen biri gibi-mutluluklarına biraz ara vermek için acı çekmeye baş vurduklarını söyleyemiyorsunuz?

* Banowitch adında biri korkunç ve çılgın bir kitap yazmıştı. Oldukça insanlık dışı bir kitap, bütün toplumların temelde yamyam olduğu, ayakta duran insanların oturanları içten içe korkuttuğu, gülümseyen dişlerin açlığın silahı olduğu, zorba hükümdarların çevrelerinde ceset yığınları (belki de yenebilir?) görmeye bayıldıkları gibi iğrenç, paranoyakça hipotezlerle dolu. Ceset üretmenin modern diktatörlerin ve takipçilerinin (Hitler, Stalin vs.) en dramatik başarısı olduğu doğru gibi görünüyor. Sadece -bir deneme, bir deney yapıyordu- Mermelstein'ın içinde bir parça Stalincilik olup olmadığını görmek için. Ama bu Shapiro eksantrik bir adam ve ondan sadece uç örnek olarak bahsediyorum. Uç örnekleri ve felaket kehanetlerini, ateşleri, boğulmaları, boğmaları ve bunun gibi şeyleri nasıl da severiz. Ölçülü, temelde ahlaklı, güvenli orta sınıfımız büyüdükçe radikal heyecan talebi artıyor. Görünüşe göre ılımlı ya da ölçülü dürüstlüğün ya da doğruluğun şu anda hiçbir çekiciliği yok. Halbuki bu tam da ihtiyacımız olan şey! ("Köpek boğulurken ona bir bardak su ikram edersin," derdi babam acı bir ifadeyle.) 

*Bazı kadınlar dürüstlüğü kur yapmak olarak alıyor. Bir çocuk isteyecek. Onunla bu şekilde konuşan bir adamla neslini devam ettirmek isteyecek. Çalışmak. Çalışmak. Gerçek, faydalı işler yapmak...

* Beni ölü imparatorları öğreneyim diye okula göndermemeliydi. "Adım Ozymandias, kralların kralı: /Eserlerime bak, ey Yüce Varlık, ve yeis duy!"* Ama kendi kendine yetmek ve yalnızlık, asalet, bütün bunlar son derece çekiciydi, kulağa son derece masum geliyordu, gülümseyen Herzog'a tasvir olarak çok yakışıyordu. Bu gizli cennetlerde ne kadar çok kötülüğün olduğunu ancak çok sonra keşfediyor insan. İşsiz kalmış bilinç, yazdı kilerde. İşsizliğin yaygın olduğu bir dönemde büyüdüm ve benim için bir iş olabileceğine asla inanmadım. Sonunda önüme bir sürü iş çıktı ama her nasılsa bilincim yine işsiz kaldı. Nihayetinde, diye devam etti ateşin yanında, insan zekâsı evrenin muazzam güçlerinden biri. Kullanılmadan güvenli bir şekilde durması mümkün değil. İnsan yapılan pek çok ayarlamanın sıkıcılığının (örneğin orta ta- bakanın aile hayatı) yeni nesillerin zihinlerini özgür kılmak, onları bilime yönlendirmek gibi tarihsel bir amacı olduğu sonucuna varıyor neredeyse. Ama hayat boyu süren korkunç bir yalnızlık, Leviathan'ın besin kaynağını oluşturan planktondan başka bir şey değil...

(*) Percy Bysshe Shelley'nin "Ozymandias" adlı şiirinin ilk iki dizesi 

* Ben gururlu öznelliğiyle insanlığın toplu ve tarihsel ilerleyişinden kendi isteğiyle elini eteğini çekmiş biriyim. Ve bu kendilerine estetik bir tarz, zengin bir duyarlılık içeren bir tarz seçen alt sınıf oğlanlar ve kızlar için de geçerli. Kitle denen şeyin ezici ağırlığı altında var oluşa dair kendi yorumunu korumaya çalışmak. Marks bu ağırlığı "materyal ağırlık" olarak adlandırmıştı. "Özel hayatım" denen şeyi bir sirke, bir gladyatör dövüşüne çevirmek. Ya da daha uysal eğlence biçimlerine. Kendi "utancınla", kendi geçici belirsizliğinle dalga geçmek ve neden acı çekmeyi hak ettiğini göstermek. 

* Entelektüellerin başına bela olan en temel muamma -yani medeni bireylerin, hayatlarını mümkün kılan medeniyetten nefret etmeleri ve ona içerlemeleri- beni es geçti. Onların sevdikleri şey kendi dehalarının yarattığı hayali bir insan durumu, ki bunun tek hakiki insan gerçekliği olduğuna inanıyorlar. Ne tuhaf! Ama bir toplumda, en iyi davranılan, en çok kayırılan ve en zeki olan kesim genellikle en değer bilmez kesim olur. Ne ki onun fonksiyonu da değer bilmezliktir. İşte bir muamma daha!..

* Sürekliliği düşünmelisin, Bergson'un bahsettiği süreklilik. Biz birbirimizi süreklilik içinde tanıdık. Bazı insanlar birtakım ilişkilere mahkum edilirler. Belki de her ilişki ya bir neşe kaynağı ya da cezadır.

* İnsan ruhu bir amfibi ve ben de onun böğrüne dokundum. Amfibi! Ruh benim bilebileceğimden çok daha fazla element içinde yaşıyor ve öyle sanıyorum ki o uzak yıldızlarda henüz oluşum aşamasında olan maddeler bizden de tuhaf varlıklar yaratacaklar.

* Anlamakta güçlük... bu, hayatlarını hümanist çalışmalara adayan ve bu nedenle de zulmün bir kere kitaplarda anlatıldı mı bitip gittigini hayal eden insanların genel sorunuydu.

* Bütün bunlar ona aşırı derecede alttan alınıyormuş gibi görünmüştü. Herkes son derece itidalli, fazlasıyla kontrollü ve sakindi. Böyle bir sakinlik cinayetin kendisiyle ters orantılı mı acaba diye düşünüyordu. Hakim, jüri, avukatlar ve sanıklar, hepsi duygusallıktan tamamen uzak görünüyordu.

* Sefaletin kokusunu ta caddeden alabilirsiniz; o simsiyah, iğrenç koku açık pencereden dışarı akardı: yatakların, çöplerin, dezenfektanların, böcek ilaçlarının kokusu.

* Acımasız ya da minimal açıklamanın -tutumluluk yasası gereğince- en doğru açıklama olduğuna inanmıyordu. İnsanı hasta eden şiddetli dürtüler, aşk, heyecan, tutkulu bir baş dönmesi. Böyle bir içsel yıkıma ne kadar dayanabilirim? Bu bedenin ön duvarı çöküp gidecek. Bütün hayatım sınırlarını yıkmaya çalışıyor ve engellenen arzuların gücü yakıcı bir zehir olarak geliyor. Kötü, kötü, kötü!.. Heyecanlı, karakteristik, esrik kötülüğe dönüşüyor. 

* Sözleşmemi inatla yanlış okumuşum. Ben asla mal sahibi olmamış, sadece kendime ödünç verilmişim. Tanrı'ya inanmaya devam ettiğim gayet açık. Her ne kadar bunu asla kabul etmesem de. Ama genel tutumumun ve yaşantımın başka ne açıklaması olabilir ki? Dolayısıyla durumu kabul etsem iyi olur çünkü aksi halde en basitinden beni tanımlamak bile mümkün olmaz. Davranışım en başından beri, bütün hayatım boyunca zorladığım, zorlamanın gerekli olduğuna ve bundan bir sonuç çıkacağına inandığım bir engel olduğunu ima ediyor. Muhtemelen önünde sonunda aşabileceğime inandığım bir engel. Böyle bir düşünce kafamda hep yer etmiş olmalı. Bu, inanç mı? Yoksa sadece çocukça bir tutum, görevini yapmanın karşılığın da sevilme beklentisi mi? Psikolojik bir açıklama istiyorsanız, evet, çocukça ve klasik bir biçimde depresif.



20 Nisan 2023 Perşembe

BUDDENBROOKLAR 'BİR AİLENİN ÇÖKÜŞÜ' "THOMAS MANN"

#Buddenbrooklar #ThomasMann 📚


Buddenbrooklar, Alman yazar Thomas Mann'ın ilk romanıdır. Thomas Mann eserini 1900 yılında 25 yaşında tamamlar, eser bir yıl sonra yayımlanır ve 1929 yılında bu eseriyle Nobel ödülünü alır. Mann'ın 'Bir Ailenin Çöküşü' alt başlığıyla kaleme aldığı roman, Kuzey Almanya'da yaşayan bir burjuva ailesinin ve aile ticarethanesinin birkaç kuşak boyunca geçirdiği değişimi ele alır.
Roman 11 bölümden oluşmaktadır ve bu bölümler kendi aralarında da farklı kısımlardan oluşmaktadır. Romanda klasik eserlerde görüldügü gibi kronolojik olarak süregiden olaylar zinciri vardır. 1835 ile 1877 yılları arasını kapsayan romanda, geriye dönüşlerle 1835 öncesi olaylardan da söz edilmektedir.
Romanda burjuvazinin yozlaşmasını, yazarın kendi ailesi gibi bir tüccar ailenin çöküşü anlatılmaktadır. Buddenbrooklar'da burjuvazinin çalışkanlık, görev bilinci gibi değerlerinin yanı sıra lüks düşkünlüğü, avarelik gibi kötü alışkanlıkları da aktarılmıştır; doğumlar, evlenmeler, boşanmalar, ölümler, başarılar ve başarısızlıklar aracılığıyla burjuvazinin portresi ustaca çizilmiştir.
Buddenbrooklar o zamanlar Baltik Denizi sahilinde Lübeck adındaki küçük ve bağımsız bir eyalette buğday ticareti ile uğraşan köklü bir ailedir. Yüzyıllık geçmişi olan şirketin sahipleri, zengin, sorumluluk hissi taşıyan, sosyal etkinliklerde ve siyasette rol alan Buddenbrook ailesinin dört kuşak boyunca yükselişi ve çöküşü realist ve ironik biçimde birçok ana ve yardımcı karakterlerle aktarılmaktadır. Karakterlerin fizikî görünümleri ayrıntılı olarak aktarılırken, son kuşak baba ve oğulun -Thomas Buddenbrook ve Hanno Buddenbrook'un- iç dünyası da derinlemesine analiz edilmiştir.
Thomas Mann romanında sanat ve ticaret arasındaki çatışmayı son iki kuşak arasındaki uzlaşmazlıklar ve çöküşün temel nedeni olarak ortaya koymuştur.

#altınıçizdiğimsatırlar 📝

*Hayatı boyunca yaşamın zorluklarına karşı bir öğretmen sağduyusuyla hep iyi amaçlar için savaşmış ve başarıya ulaşmış biri olarak, küçülmüş ve iki büklüm olmuş vücuduyla, masanın önünde durmuş, inançla titriyordu; cezalandıran ve yürekleri coşturan küçük bir peygamber gibiydi.

* Evet, hayat böyle işte. Çabalarız, didiniriz, tırmanırız ve hep bir şeylerle savaşırız...

* Ellerini yakamdan bir çekseler ne kadar sevinirdim bilemezsin!.. Çeşit çeşit kaygılar taşıyorum, her şey üstüme üstüme geliyor ve ben bunların altından kalkamıyorum. Diyelim ki, parmağımı kestim ve canım acıdı... Başkalarında sekiz günde iyileşen bir yara ben de dört hafta sürüyor. Bir türlü iyileşmek istemiyor, giderek iltihaplanıyor, kötüye gidiyor ve türlü türlü şikâyetlere neden oluyor...

* Hayır, benden hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey istemiyorum. Hatta ünlü olmayı bile istemiyorum. Birilerine haksızlık yaparım diye kendimden bile korkuyorum! Benden bir şey olmaz, hiçbir şey yapamam ben, inan buna.

* Bazen şu ya da bu kişiyi hatırlarız, nasıldır acaba diye düşünürüz, epeydir kaldırımda dolaşmadığı, çoktandır sesini duymadığımız, yaşam sahnesinden sonsuzca uzaklaştığı ve kentin dışında bir yerlerde toprağın altında olduğu gelir aklımıza.

* "Büyük büyük dalgalar; uzaklardan gelip kayalara çarparak nasıl da parçalanıyorlar, peş peşe gelen, hiç bitmeyen, amaçsız, başı boş ve yolunu şaşırmış çılgın dalgalar! Ama yine de insanı sakinleştiriyorlar ve yatıştırıyorlar, basit ve ruh sağlığı için gerekli olan her şey gibi. Giderek denizi sevmeyi öğrendim... eskiden dağları sevmemin nedeni, uzak oluşlarındandı bekli de. Artık oralara gitmek istemiyorum. Korkuyormuşum ve utanıyormuşum gibime geliyor. Oralar çok başına buyruk, düzensiz ve çok değişken... kendimi orada çok zayıf ve mağlup olmuş hissedeceğimden çok eminim. Ne biçim insanlar bunlar, doğrusu merak ediyorum; denizin tekdüzeliğini sevmek nasıl bir şey acaba? Bana göre bu tür insanlar iç sorunlarının karışıklığı ile öyle çok ilgileniyorlar ki, dış dünyadan en azından bir tek şeyi beklemeyi bir gereklilik olarak görüyorlar: Sadelik... dağlara tırmanmak, tepeden tepeye dolaşmak için en azından yürekli olmak gerekir, oysa deniz kıyısında kumsala uzanıp sessizce dinlenilebilir. Ama dağlara ve denize bakışın birbirinden farklı olduğunu iyi bilirim ben. Kendinden emin, inatçı ve mutlu gözler, büyük bir heyecanla, kararlılıkla ve yaşamdan keyif alarak bir tepeden öteki tepeye bakarken, gizemli ve yazgıya teslim olmuş bir tavırla dalgalarını kıyıya yollayan denizi bir zamanlar hüzünlü karmaşanın gereğinden fazla derinliğine inmişçesine süzmektedir... Sağlık ve hastalık, fark burada. En küçük bir zerresi bile yitirilmemiş yaşam gücünü denetlemek için ne olduğunu bilmezmiş gibi sivri tepeli ve yüzeyi yarıklı görüntülerin büyüleyici derinliklerine dalarsın. Fakat dış dünyanın engin sadeliği seni dinlendirir, çünkü iç sorunların karmaşıklığı yeterince yormuştur seni.”

* Böylesine eşsiz hazineleri sayfalarında gizleyen tuhaf kitabın öteki ciltlerini temin etmek şöyle dursun ona bir daha göz atmaya bile vakit bulamadı. Yıllarca kendisini yiyip bitiren aşırı titizliği ve gergin hali bütün günlerini tüketti. Düzeltmek ve tamamlamak için kafa yorduğu önemsiz yüzlerce günlük işlerle boğulmaktan bütün irade gücünü yitirmişti, vaktini daha akıllı ve verimli kullanmayı başaramıyordu.

* Bu yanıltıcı mekân algılama biçimi, zaman ve geçmişi değerlendirme, kendinden sonra gelenlerin kişiliğinde yaşama isteği, bu sonsuzca parçalanma ve ayrışma korkusu... Bütün bunlar onun ruhunu rahatlatıyor ve sürekli öbür dünyayı düşünmesini önlüyordu. Hiçbir şey başlamıyor ve hiçbir şey bitmiyordu.

* Yaşamdan hep nefret mi ettim? Bu temiz, acımasız ve zorlu yaşamdan hep nefret mi ettim ben? Budalalık ve yanlış anlaşılma! Ben kendimden nefret ettim, yaşamın yükünü taşıyamadığım için yalnızca kendimden nefret ettim ben. Ama ben sizleri seviyorum... Bütün mutlu insanları seviyorum, çok yakında dar bir zindana girerek sizlerden ayrı kalmaktan kurtulacağım. Sizlerin sevdiği şey yakında benim içimde olacak ve ben sizlerin yanında ve sizlerle birlikte, sizlerin içinde olacağım... Hepinizin yanında ve içinde!.. 

* Ölünce nerede olacağım? Fakat bu sorunun yanıtı öylesine açık, anlaşılması öylesine kolay ki! Zaman zaman "ben" demiş olan, diyen ve diyecek olan herkesin benliğine yer etmiş bu sorunun yanıtı: "Özellikle de bunu yürekten, güçlü ve neşe ile söyleyenlerin benliğinde..."

* Ben bir embriyonu, bir başlayışı, dünyanın bütün nimetlerini ve olanaklarını içimde taşıyorum... Burada olmasaydım, nerede olurdum! Ben "ben" olmasaydım, kişisel görünüşüm ve bilincim "ben" olmayan her şeyden beni ayırmasaydı, ben kim, ve nasıl biri olurdum! Vücut yapımız! Bizi zorlayan isteklerin kör, süslenmiş, zavallı ve acımaya değer bir biçimde dışarıya vurması! Bu isteğin zamansız ve mekansız bir gecede dilediği gibi hareket etmesi ve yaşam bulması, insanı bir zindanda, aklın titreyen ve sallanan o cılız aleviyle birazcık aydınlanan bir zindanda aç ve sefalet içinde bırakması kuşkusuz çok daha iyidir! 

* Kişilik!.. Sahip olduğu, sahip olabildiği şey insanın gözüne çok yetersiz, küçücük ve can sıkıcı görünür, fakat sahip olamadığı ve ulaşamadığı şeylere özlemle karışık bir kıskançlıkla, nefrete dönüşmesinden korktuğu için sevgiye dönüşen bir kıskançlıkla bakar insan.

* Her insan bir hata, bir yanlış davranış değil miydi? Dünyaya gelir gelmez sıkıntı ve üzüntü içinde geçecek bir esaret zincirine bağlanmıyor muydu? Hapishane! Hapishane yaşamı! Her yerde zincirler ve engeller bekliyor insanı. İnsan, kişiliğinin demir parmaklı penceresinden çaresizce bakar kendisini çepeçevre saran bu hapishane duvarlarına, ta ki ölüm gelip onu evine ve özgürlüğüne çağırıncaya kadar...

* Yaşamın sona ermesi ve bedenin parçalanması mı? Böyle boş kavramlardan korkanlara gerçekten acımak gerekirdi! Neydi sona erecek olan ve neydi parçalanacak, parça parça olacak şey? Senin şu bedenin... şu kişiliğin ve karakterin, hantal, inatçı, kusurlu ve her türlü nefrete layık bu "engel, başka bir şey, daha iyi bir şey olma engeli!"

* Ölüm denen şey neydi? Bunun yanıtını öyle gösterişli sözlerle veremezdi: O bu yanıtı içinde hissediyordu, o ona bütün benliğiyle sahipti. Ölüm bir mutluluktu, öylesine büyük bir mutluluktu ki, ona ancak Tanrı'nın izniyle kavuşulabilirdi, o son derece acı veren yanlış yola sapmaktan bir geriye dönüş, ağır bir yanlışın düzeltilmesi, en korkunç zincirlerden ve engellerden kurtuluştu...

* Koruması gereken makamlar ve bırakması gereken görevler vardı, fakat ele geçirmesi gereken hiçbir şey kalmamıştı. Yalnızca içinde yaşadığı zaman ve basit gerçekler vardı, fakat gelecekle ilgili heyecan uyandıran planları yoktu artık.

* Ulaşmak istediği her şeye ulaşmıştı aslında, eğer böylesine sıradan bir hayatta zirveye ulaşmaktan söz edilebiliyorsa, zirveyi çoktan aştığını biliyordu.

* Gençlik döneminin coşkusu ve heyecan veren o yaratıcı ruhundan eser kalmamıştı. Eğlenirken çalışmak ve çalışırken eğlenmek, yari ciddi ve yarı şakacı bir tutkuyla bir amaca yönelmek, bir şeylere ulaşmak, neşe-kuşku karışımı bir uzlaşma içinde olmak ve bazı yarım kalmış şeyleri tamamlamak için insanın keyfinin yerinde olması ve kendine güven duyması gerekirdi, fakat o kendisini çok yorgun ve bitkin hissediyordu. 

* İnsan yaşamında öyle bir an gelir ki, hastanın yakınları için umut beslemek biraz yapmacık ve gerçekdışı olur. Hastada bazı değişiklikler olmuş, davranışlarında bir tuhaflık, eskisine benzemeyen bir kişilik oluşmuştur. Yanıt vermekte zorlandığımız tuhaf sözler dökülür ağzından, dönüş yolunu kapatan ve ölüme götüren bazı tuhaf sözler. Hasta en çok sevdiğimiz biri de olsa, bütün bunlardan sonra onun yeniden ayağa kalkıp yürümesini isteyemeyiz. Ama o yine de ayağa kalkacak olursa, tabutundan çıkmış bir ceset gibi çevresine korku ve dehşet saçar. 

* İnsan bazen öyle bir ruhsal çöküntü içinde olur ki, olağan durumlarda kızdığımız ve hoşnutsuzluğumuzu gösterdiğimiz her şey, sessizce ve kahredici bir biçimde bir anda bastırılır.

* Kendi kendisine karşı ilgi duyan, kendi duygularını bütün ayrıntısıyla gözlemleyen böylesi insanlar her zaman var olacaktır, örneğin şairler kendi iç dünyalarını coşkuyla ve tüm güzelliğiyle anlatırlar ve böylece başka insanların duygu dünyasını zenginleştirirler.

* "İflas"... ölümden bile daha korkunç bir sözcük, bir karmaşa, yıkılıp yok olma, bir utanç, bir yüzkarası, bir umutsuzluk ve sefalet yumağı...

* Şunu hiçbir zaman gözden uzak tutmamalısınız: Felsefeciler ve edebiyatçılar bir düşünceyi, bir ilkeyi ortadan kaldırınca yavaş yavaş bir kral çıkar ortaya ve bu kral bunu en iyi ve en güzel diye benimseyip ona göre davrandığını sanır... krallar hep böyledir işte!

* Yabancı bir ortamda insan kendisini en iyi yanıyla gösterir, güzel cümleler kurar ve hoşa gidecek sözcükler bulur. Bundan daha doğal bir şey olamaz...

13 Mart 2023 Pazartesi

ANNİE ERNAUX "SENELER"

 


#AnnieErnaux 📖 #Seneler

Orjinal adı "Les années" olan "Seneler", Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Annie Ernaux tarafından kaleme alınan 2008'de yayımlanan otobiyografik bir romandır.

Yazar, üçüncü şahıs gözüyle kendisi hakkında 1941’den 2006 yılına uzanan zamanı aktardığı kitabını hem kendisi hem de başkaları için hatırlatıcı bir kaynak, hafızanın zayıflamasına karşı kurtarıcı silah olarak sunmuştur. İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımlarının etkileriyle başlayarak teknolojinin giderek yayıldığı milenyuma dek Fransız toplumuna canlı bir bakış sunmuştur.

Bir kadının hayatını, içinde yaşadığı toplumun sosyal hikayesine, dünya panoramasını da katarak sunan kitap, fotoğraflar aracılığıyla ilerleyen anlatı şeklindedir. Yazar kendi bebekliğinden başlayıp 13 görüntüyle kurgularak yaşamındaki önemli evreleri eklemleyerek, hem kişisel hem içinde bulunduğu kuşağın ortak belleğiyle siyasiler, entelektüeller; politik olaylar, toplumsal değişimler, yaşanan trajediler, hayata çabucak entegre olan ve tüketimi hızlanan nesnelerle hem bireysel hem evrensel etkilerin yansımalarını aktarmıştır.

Altmış yılın siyasal, toplumsal, kültürel ve entelektüel anlamda değişimlerin çetelesini tutan Seneler'de yazar hem anlatan hem anlatılandır. 

Yazma sürecini, tasarlama aşamasıyla birlikte okurla paylaşan yazar, kendi yaşam evrelerinden yola çıkarak; olaylar, insanlar ve nesneler üzerinden yaşamöyküsünü kişisellikten toplumsal bir düzeye taşıyarak aktarmıştır. 



#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Her şey bayramın neşeli kaderciliğini ve alaycılığını taşıyordu. Banliyöler yeniden alevlenecekti, İsrail-Filistin çatışmasıysa çözümsüz vakaydı. Küresel ısınma, buzulların erimesi ve arıların ölümüyle dünya duvara çarpmak üzere son sürat gidiyordu.

* İnsanlar bugünden yarına yorgun düşüyordu. Coşkunun ardından dermansızlık, itirazın ardından rıza geliyordu. ‘’Mücadele’’, eğlence konusu haline gelen Marksizmin kokusunun üzerine sindiği bir kelime olarak itibarsızlaşmış, ‘’hak savunuculuğu’’ndan öncelikle tüketici hakları anlaşılır olmuştu.

* Dil gitgide gerçeklikten kopuyor, uyandırdığı yabancılık duygusu entelektüel üstünlük işareti gibi görülüyordu. Rekabetçilik, esneklik, güvencesizlik, istihdam edilebilirlik gırla gidiyordu. İçi boşaltılmış, cilalı söylemlerin içinde yaşıyorduk. Güçbela kulak veriyorduk bunlara, neyse ki uzaktan kumanda sayesinde eziyet süresi kısalmıştı.

* Artık pek düşünmediğimiz SSCB, eski kafalı Stalinistlerin yaptığı beceriksiz darbeyle yaz uykusundan uyandırıyordu. Gorbaçov'un itibarı yerle bir olmuş, kaos kapıya dayanmış, mucizevi bir şekilde bir tankın tepesinde beliriveren ve özgürlük kahramanı olarak alkışlanan kısık gözlü, kaba saba adam sayesinde, birkaç saat içinde bertaraf edilmişti. Tereyağından kıl çeker gibi halediliyordu iş, SSCB ortadan kalkıyor, Rusya Federasyonu'na dönüşüyor, Boris Yeltsin başkan oluyor, Leningrad tekrar St. Petersburg adını alıyordu, böylece Dostoyevski romanlarında yer yön bulmak da kolaylaşıyordu. 

* Berlin Duvarı yıkılıyordu. Her şeyin hızla olup bittiği bir dönemden geçiyorduk, bir saatlik bir mahkemenin ardından zorba yöneticiler idam ediliyor, toprağa karışmış cesetlerin yığıldığı toplu mezarlar sergileniyordu. Yaşadıklarımızı havsalamız almıyordu —demek ki komünizmin ölümsüz olduğunu sanıyormuşuz— ve duygularımız gerçekliğe ayak uyduramıyordu. Kendimizi olayların altında kalmış hissediyor, böyle anları tattıkları için Doğu Avrupalılara gıpta ediyorduk. Derken, onların Batı Berlin'deki mağazalara üşüştüğünü görüyorduk, üzerlerindeki berbat kıyafetler, ellerindeki muz torbalarıyla acıma duygusu uyandırıyorlardı. Tüketim konusundaki tecrübesizlikleri dokunaklıydı. Sonra, herkesin gözü önünde sergilenen maddi şeylere duydukları bu dizginsiz ve ayrım gözetmeyen ortak açlığın görüntüleri canımızı sıkmaya başladı. Onlara biçtiğimiz katışıksız ve soyut özgürlüğe layık değildiler sanki. "Komünist boyunduruk altındaki" halklar için duymaya alışkın olduğumuz büyük üzüntü, yerini özgürlüklerini nasıl kullandıklarını kınayan bakışlara bırakıyordu. 

* Serbest Piyasa doğa yasasıydı, moderniteydi, zekâydı, dünyayı o kurtaracaktı. (Öyleyse neden fabrikaların çalışanlara yol verip kapandıklarını anlamıyorduk.) "İdeolojiler'den ve onların “klişeler”inden bir şey beklenemezdi. "Sınıf mücadelesi ", "angajman ", "emek ve sermaye " karşıtlığı, acımayla karışık müstehzi gülümsemelere neden oluyordu.

* Moda hafiflikten, kaygısızlıktan, "göz kırpmak"tan yanaydı. Ahlaki infiale yer yoktu.

* Hiçbir şey siyasal ya da toplumsal değildi, sadece modern ya da modern olmayan vardı. Her şey modernite meselesiydi. İnsanlar ‘’özgür’’ ile ‘’liberal’’i birbirine karıştırıyordu, liberal olan toplumun kendilerine mümkün olan en çok şeye ve hakka sahip olma imkanı sunacağını düşünüyorlardı.

* Giyim tarzımızla, ne okuduğumuz, neye öfkelendiğimiz (nükleer enerji, denizlere dökülen deterjanlar), neyi takdir ettiğimizle çağa ayak uydurduğumuzu hissediyorduk, her durumda haklı olduğumuzdan emin olmamız da bundan kaynaklanıyordu.

Ebeveynlerimiz ve elli yaşın üstündekiler, gençleri anlamaya çalışma ısrarlarında bile başka bir zamana aittiler. Onların görüşleri, tavsiyeleri bizim için sadece malumattan ibaretti. 

* Aslında insanların istediği bir arada yaşamak değil, temiz, aydınlık dört duvar, merkezî ısıtma ve bir banyoydu sadece.

* Hiçbir şey, ne zeka ne eğitim ne güzellik, hiçbir şey bir kızın cinsel itibarı, yani evlilik piyasasındaki değeri kadar önem taşımıyordu, bunun da bekçisi, bayrağı kendi annelerinden devralan annelerdi.

* Hal ve gidişin ölçüsü emek, gayret ve iradeydi.

* Anlattıkları geçmişte savaşlardan ve açlıktan başka bir şey yoktu.

* Kişisel varoluşun günlük akışında Tarih pek bir anlam taşımıyordu. Gününe göre, kâh mutlu kâh mutsuzduk işte.

* Birtakım önde gelen insanların nasıl düşünmemiz, ne yapmamız gerektiğini dikte etmesi âdet halini almıştı.

* Unutmak için çabaladığımız, zihnimizden silmeye çalıştıkça inatla daha da yerleşen berbat cümleler, geçkin orospular gibisin.

* İnsanlar şiddeti ve dünyanın ikiye bölünmesini kanıksamıştı: Doğu/Batı, mujik Kruşçev/genç lider Kennedy, Peppone/Don Camillo, JEC/UEC, Humanité/Aurore”, Franco/Tito, Katolikler/Komünistler. Dışarıdaki Soğuk Savaş sayesinde içeride kendilerini rahat hissediyorlardı. Sendika söylevlerinin âdet yerini bulsun kabilinden harareti dışında, hallerinden şikayet etmiyorlardı...




28 Şubat 2023 Salı

MİHAİL BULGAKOV "USTA İLE MARGARİTA"


#MihailBulgakov 📖 #UstaileMargarita

Mihail Afanasyeviç Bulgakov'un 1930'lu yıllarda kaleme aldığı romanı "Usta ile Margarita" 1966-67 yıllarında Sovyetler Birliği'nde tefrika olarak yayımlandı, Türkçedeki ilk çevirisi ise 1968'de yapıldı.

Toplumsal eleştiriyi fantastik bir kurgu üzerinden yapan "Usta ile Margarita", iki farklı zamanda, üç ayrı hikâyeyi anlatan katmanlı bir romandır. Tarih, ahlâk, ilâhî adalet, aşk, cesaret ve korkaklık kitabın katmanlarında önemli rol oynamaktadır. Yazar, toplum ve sistem eleştirisi yaparken evrensel iyi ve kötüyü eşeleyerek hicveder.

İki zamana ayrılan kitabın kurgu birincisinde, 1930’lar Moskova’sı, ikincisinde ise Pontius Pilatus’un valiliği altındaki eski Kudüs'de geçer ve bu bölümler kitabın ana karakterlerinden Usta’nın tamamlanmamış romanı olarak karşımıza çıkar. 

Moskova’da geçen hikâyenin dili ve uslûbuyla Kudüs’te geçen hikâyenin dili ve uslûbu birbirinden farklıdır; Pontius Pilatus’un yaşadıklarını anlatan kısım realist bir temel üzerine kuruluyken, Moskova’da yaşananlar fantastik temel üzerine kuruludur. 

Pontius Pilatus ve Usta 2000 yıllık bir zaman aralığıyla ele alınmaktadır. Kitabın girişinde başlayan Şeytan Woland’ın bütüne yayılan öyküsü ise bütün zaman ve uzam sınırlamalarından sıyrılarak Pilatus ile Usta arasında bağ kurarken son kısımda her üç alan da zamansız, uzamsız, fantastik bir kavramda buluşmaktadır. 

Usta ile Margarita 21. yüzyılın ikinci yarısında Güney Amerikalı birçok yazar tarafından örnekleri verilen, 'büyülü gerçekçilik' akımının öncüsüdür.









 #Altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Geleceği neydi aslında? Her yıl, yüzlerce şiir yazmayı sürdürecekti gerçekten. İhtiyarlayıncaya kadar mı?; İhtiyarlayıncaya kadar; Bu şiirler ona ne sağlıyordu? Şan mı, ün mü?; "Ne saçma şey! Kendi kendini aldatma. Kötü şiir yazanlar asla şana, üne erişemezlerdi. Peki neden şiirlerim kötü? Gerçeği söyledi, gerçeğin ta kendisini!" diye haykırdı, kendine acımadan. "Yazdıklarımın tek kelimesine bile inanmıyorum!.." 

* İçinde birikenleri iyice boşaltmadan yeryüzündeki hiçbir gücün bir kalabalığı susturamayacağını, kalabalı­ğın kendiliğinden de susmayacağını bilerek bir süre bek­ledi.

* En önemli sözlerim şunlardı,” dedi tutuklu. “Bir kere, her iktidarın insanlar üzerinde baskı yaptığını be­lirttim, bir gün ne Caesar’ların ne başkalarının iktidarı kalır, dedim. İnsanoğlu, gerçeğin ve adaletin egemen ol­duğu bir düzene kavuşur; o zaman hiçbir iktidarın gereği kalmaz.”

* Evet, insanoğlu ölümlü," dedi. "Ama bu kadarla kalsa çok önemli değil. İşin kötüsü, insan hiç beklenmedik bir anda ölüyor. İşte işin püf noktası bu. Ve insan, akşama ne yapacağını bile bilecek durumda değil."

* - Tanrı yoksa, insan hayatını ve genellikle dünyadaki varlıkların düzenini yöneten kim?

- Her şeyi yöneten insandır.

- Bin yıl gibi çok gülünç bir süre için plan yapamazken ve kendi yarınını bile garanti edemezken, insanoğlu neyi, nasıl yönetebilir?

* Ülkemizde Tanrı'ya inanmamak kimseyi şaşırtmaz. Uzun süredir, bilinçli olarak halkımızın büyük çoğunluğu, bu türden masallara inanmayı bıraktı.

* Hayatı, onu böylesi olağanüstü olaylara hazırlamamıştı hiç.





18 Şubat 2023 Cumartesi

MİHAİL BULGAKOV "KÖPEK KALBİ"

  


#MihailBulgakov 📚 #KöpekKalbi

Mihail Bulgakov'un, Rus Devrimi'nin toplumsal sonuçlarını keskin bir dille hicvettiği romanı 'Köpek Kalbi' 1925'te yazılmasına rağmen sansüre takılıp ancak 1968’de ABD’de basılma imkanı bulmuş; Rusya'daki okurlarına ise 1987’de ulaşabilmiştir. 1988 yılında ise 'Sobache Serdtse' adıyla sinemaya uyarlanmıştır. 

Roman, bir proleterya tarafından üzerine sıcak su dökülmek suretiyle yaralanan, açlık ve soğukla mücadele eden bir sokak köpeği olan Şarik‘in yakarmasıyla başlar. Çektiği onca acıya rağmen hayatta kalma güdülerinin galip gelmesi doğrultusunda ölümden sıyrılmasını sağlayacak, içinde bulunduğu çaresiz durumdan çıkmasına yardım edecek bir kurtarıcı bekler. Ve bu kurtarıcı nihayet elinde yiyecekle Şarik'e gelir. Kurtarıcısına minnetini göstermek isteyen Şarik, adamın peşine takılır. Bu iyi yürekli kurtarıcı aslında denek arayışındaki bir bilim adamıdır. Şarik kurtarıcısının sıcak yuvasında yeni bir hayata başlar ve iyileşmesiyle bir ameliyat masasında bambaşka bir sürecin içine girer. Yazarın bu kurguda tasvir ettiği şey aslında Bolşevik Devrimi öncesi Rus toplumdur; yoksullukla mücadele etmelerine rağmen umutlarını yitimemeyen halka bir parça yiyecek ve sıcak bir yuva vaadiyle gelen ise Lenin'dir.

Şarik, ameliyat masasında oldukça kanlı bir mücadele verir. Doktor, köpeğe bir insanın hipofizini ve eril bezlerini nakleder. Ameliyatla beyin fonksiyonları ve cinsel dürtüleri aktarılsa da kalp hala köpek kalbidir ve Şarik tam anlamıyla insana dönüşemez. Bulgakov’un hicvinde ameliyat masası zorlu iç savaş ve devrim sürecidir, altyapısı hazır olmayan komünist sistemin dikte edilmesiyle toplumun buna tam olarak uyum sağlayamaması betimlenir. Zira Şarik, bir sokak köpeği ile bir suçlunun birleştirilmesi sonucu oluşmuş bir varlıktır ve burjuvaya ayak uyduramayışı doğal bir neticedir. İnsana dönüşme sürecinde konuşmaya başladığında söylediği ilk sözcükler argodur, Şarik'in sokaklarda sıkça duyup anlamadığı halde aklına kazımış küfürler ağzından yerli yersiz dökülmeye başlar. Ortaya çıkan bu varlık, profesörün fikirleriyle uyuşmaz. Yazar, Şarik’in insanlaşamama durumunu Rus halkının sosyalist rejim karşısında afallamasıyla bağdaştırır.

Cerrahla aynı evi, aynı sofrayı paylaşsa da ortaya çıkan ne insan ne hayvan olan bu "şey" burjuvanın keyfini kaçırmaktadır. Şarik, yozlaşmış sistemden faydalanarak yavaş yavaş statü sahibi de olur.

Romanın başında Şarik’e ikram edilen, bir insana verilmeyecek kadar kötü olan et, eserin yazıldığı dönemde, devletin görevlendirdiği dükkânlarda ucuz et satarak maddi durumu elverişli olmayan insanların ucuz et aldıklarını sanarak, kötü olan etlerden yemek zorunda bırakıldıklarına göndermedir. Romanda profesör, bu etin ne olduğunun farkında olup, onu yalnızca köpeğe aslında yazarın kurgunun arkasına gizlediği bir hicivle proletaryaya yedirilmesine dikkat çeker. Sokak köpeği, eve geldiğinde daha iyi etlerle besleniyor çünkü profesör yapacağı ameliyat için, köpeğin bünyesinin güçlü olmasını istiyor. Lenin devrim öncesinde, Rus halkının devrimi kabullenmesi amacıyla onları çeşitli vaatlerle kandırmış, az bir zamanda için de olsa iyi beslenmelerini sağlamıştır. 

Eserin sonlarındaysa, insana dönüşmüş bu köpeğin hâllerine kimse dayanamıyor ve profesör onu tekrar köpeğe dönüştürerek her şeyin yine eski hâline dönmesini sağlıyor. Buradan da Rus toplumunun devrimi iyi kavrayamaması ve yine eski hâllerine dönmesi eleştiriliyor.

Bulgakov, kurgusunun arkasına gizlediği hicviyle, Lenin ve dönemin toplumunu büyük bir ustalıkla eleştirerek hicvetmeyi başarır.


#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Yazgıma boyun eğip her şeyi tattım ve şimdi ağlıyorsam bu yalnızca çektiğim fiziksel acılar ve soğuk yüzünden, yoksa daha postu deldirmedim...

* Bütün umudunu yitirmişti. Yüreği öyle sızlıyor, acı içinde öyle kıvranıyor ve kendisini öyle yapayalnız, öylesine korkunç bir durumda hissediyordu ki gözlerinden küçük kabarcıklara benzeyen minicik gözyaşları fışkırıyor ve hemen oracıkta kuruyordu.

* Bu bir beyefendiydi. Yoksa siz paltosuna bakarak mı böyle bir karar verdiğmi düşünüyosunuz? Saçmalık. Artık ortalık paltodan geçilmiyor, birçok proleterin üzerinde de bunlardan var. Gerçi yakaları böyle değil, buna diyecek bir şeyim yok ama yine de bu mesafeden karıştırmak mümkün. Ancak iş gözlere gelince ister uzak olsun ister yakın yanılmazsın.ah, gözler çok şey anlatır. Tıpkı bir barometre gibi. Kim taş yürekli, kim ortada hiçbir neden yokken çizmesinin burnunu kaburgalarına geçirecek, kim her önüne gelenden korkar sana hepsini anlatır. 

* Belli ki bol bol yemiş ve çalmamış biri, durduk yere tekmeyi geçirmeye kalkmaz, hem kimseden de korkusu yok, açlık nedir bilmiyor çünkü. Fransız şövalyeleri gibi gösterişli, Fransızlar gibi yumuşacık, ağarmış bıyıkları ve keçi sakalı var; tam bir kafa emekçisi beyefendi.

* Şu hâlime bir bakın. Ölüyorum. Perişan hâldeyim. Kölelik ruhumuzda, alçaklık yazgımızda!

* Ölmek için henüz çok erken, umutsuzluk için gerçekten günah.

* Köpek sabrıyla hayata katlandığım için cennete gidiyorum. Kardeşlerim, zalimler, benden ne istediniz?

* Bir canlı varlıkla iletişim kurmanın tek yolu tatlı dildir. Hayvanlara karşı, hangi gelişim aşamasında olursa olsun, şiddete başvurarak hiçbir şey elde edemezsiniz. Hep söylediğim bu, bugün de söylüyorum, yarın da söylemeye devam edeceğim. Şiddetin yardımı olacağını düşünenler yanılıyor. Hayır, efendim, bin kere hayır, hiçbir işe yaramaz, hangisi olursa olsun; ister beyaz ister kızıl hatta isterse kahverengi! Bir kere şiddet sinir sistemini tamamen felç ediyor.

* Yemek ustalık isteyen bir şeydir. İnsan yemek yemesini bilmeli ama çoğu insan yemek yemekten habersiz. Yalnızca ne yiyeceğini bilmek de yeterli değil, aynı zamanda ne zaman ve nasıl yiyeceğini de bileceksin.

* Ben bir olgu, bir gözlem adamıyım. Asılsız varsayımların düşmanıyım.

* Diyelim ki sosyal devrim yapıldığından beri ısınmaya ihtiyaç yok. O halde soruyorum: Neden tüm bu hikâye başladığından beri mermer merdivenlerin üstündeki tüm kar botları ve pis çizmeler uçup gidiyor? Neden o zamandan beri çizmelerimizi kilit altında tutmak zorundayız? Kimse çalmasın diye başlarına asker mi dikelim yani? Neden ön merdivendeki halı toplandı? Yoksa Karl Marx merdivenlere halı sermeyi yasakladı mı?

* İki Tanrı'ya kulluk edemezsin. Aynı anda tramvay yolu süpürüp hem de İspanya'da ki baldırı çıplakların yazgısını kendine iş edinemezsin.

* Özgürlük dediğin şey ne ki? Bir duman, bir serap, bir hayal… Şu zavallı demokratların bir uydurması…

* Kimlik, dünyadaki en önemli şey.

* Saçma sapan konuşuyorsunuz ve insanı en çok çileden çıkartan da bütün bu saçmalıkları sanki tartışma götürmez şeylermiş gibi kendinizden çok emin olarak söylemeniz.

* "Sizdeki her şey de geçit törenindeymiş gibi, peçete şuraya, kravat buraya, yok 'affedersiniz', yok 'lütfen', 'merci'; doğal olan bir şey yok. Çarlık rejimindeymiş gibi kendinize eziyet ediyorsunuz."

* Spinoza'nın ya da herhangi bir yaratığın hipofiz bezini aşılayarak bir köpekten çok saygın biri yapabilirsiniz. İyi de bu kimin nesine lazım diye insanın aklına takılıyor. Söyler misiniz bana lütfen, sıradan bir kadın onu dilediği zaman doğurabilecekken, neden yapay bir şekilde Spinozalar üretmek gerekiyor. İşte, görüyorsunuz, Madam Lomonisova ünlü çocuğu Hologarı doğurmadı mı? İnsanlık kendiliğinden bu konuya hassasiyet gösteriyor ve evrimsel düzen içinde her yıl bıkıp usanmadan, bin bir çeşit, yığınla aşağılık adamın içinden ayırarak yer yuvarlağını süsleyen onlarca seçkin dâhi yaratıyor. 

* Altmış yaşındayım ve size tavsiyede bulunabilirim. Ne olursa olsun, asla kimseye karşı suç işlemeyin. Ömrünüzün sonuna kadar elinizi kirletmeden yaşayın.

* - İşte kediler ortada. Köpek kalpli bir adam.

- Hayır, hayır, siz büyük bir hata yapıyorsunuz, Tanrı aşkına, köpeğe iftira atmayın. Kediler geçici... Bu iki üç haftada halledilecek bir disiplin meselesi. Sizi temin ederim. Birkaç ay içinde onlara saldırmayı bırakır.

- Öyleyse neden şimdi bırakmıyor?

- Bu başlangıç, hipofiz bezi havada asılı durmuyor ya. Sonuç olarak bir köpek beynine aşılandı, alışması için zaman verin. Şu anda yalnızca köpeklere özgü kalıntılar sergiliyor; kedilere gelince bence yaptığı en iyi iş bu. Bir düşünsenize en korkunç yanı, bir köpeğin değil de bir insanın kalbini taşıması. Hem de doğada var olan en berbatlardan birinin!" 

* Sizin için gerçekten üzgünüm ama işi gücü var diye karşınıza ilk çıkanla gidemezsiniz... Kızım, bu yaptığınız olacak şey değil.

* Suç her zaman olduğu gibi olgunlaşıp bir taş gibi düştü.

*- Dairenizi arama ve sonuca göre tutuklama iznimiz var.

- Peki hangi gerekçeyle, öğrenebilir miyim?

- Moskova temizlik departmanına bağlı, Moskova kentinin başıboş hayvanlardan temizleme şube başkanı Şarikov'un öldürüldüğü gerekçesiyle.

- Hiçbir şey anlamıyorum, Şarikov da kim? Yoksa şu benim köpek mi... hani şu ameliyat ettiğim?

- Kusura bakmayın, Profesör ama köpekken değil insan olduktan sonra. Mesele bu.

- Yani, konuşmaya başladığı için mi? Bu onun insan olduğu anlamına gelmez ki. Gerçi bunun bir önemi yok. Şarik hayatta ve kimsenin de onu öldürmeye kalktığı falan yok. 

* Bilim henüz hayvanları insana dönüştürmenin bir yolunu bulamadı. İşte ben denedim ama gördüğünüz gibi başarılı olmadı. Evet, bir süre konuştu ama yine eski hâline dönmeye başladı. Atavizm!.



#KöpekKalbi 📖 #MihailBulgakov



31 Ocak 2023 Salı

MİHAİL BULGAKOV " GENÇ BİR DOKTORUN ANILARI"

 


#MihailBulgakov 📝 #Gençbirdoktorunanıları

'Genç Bir Doktorun Anıları' Rus yazar Mihail Bulgakov'un 1925–1926 yılları arası yazılıp, ilk olarak dönemin Rus tıp dergilerinde tefrika olarak yayımlanan ve daha sonra kitap haline getirilen kısa öykülerden oluşan romanıdır. 

Genç Bir Doktorun Anıları, yarı-otobiyografik bir eseridir. 1916-1918 yılları arasında Rus Devrimi denk gelen dönemde, yeni mezun genç bir doktor olan Bulgakov'un kişisel deneyimlerinden esinlenerek kaleme aldığı romanı bir gencin mesleğinde teorik bilgiden pratiğe geçişteki paniğini, ne yapacağını bilememe halini, yaşadığı sıkıntıları, göreve başladığı yerdeki insanlarla iletişimini, hayatın aksak yönleriyle, toplumun tuhaf yanlarıyla tanışma sürecini tüm çıplaklığıyla aktarmıştır. Yazar, okuru doktorla birlikte insanlara laf anlatıyor gibi, toyluktan silkinmeye çalışır gibi, hastaları muayene etmeye, ameliyatlara girmeye ortak oluyor gibi hissettirmeyi başarmıştır.

Roman, şehirden uzak yaşamak zorunda kalan aydının yalnızlığını, kırsal kesim insanının eğitimsizliğini, cehaleti ve bir doktorun deneyim oluğunundan akarak şekillenen duygu ve düşüncelerini, psikolojik evrelerini yalın bir şekilde anlatırken arka planında Rusya'daki değişimleri, dönemin ruhunu aktarır.

Kitap "A young doctor's notebook" adıyla bir mini-diziye uyarlanmıştır. Kara-komedi türünde yayınlanan mini dizide doktorun iki farklı çağı canlandırılmıştır.


#altınıçizdiğimsatırlar 📝

* * Eğer bir insan kuş uçmaz kervan geçmez köy yollarında at sırtında yolculuk yapmadıysa ona anlatacak bir şeyim yok, anlatsam da nasıl olsa anlamaz. Yolculuk yapana ise anımsatan ben olmak istemiyorum.

* Aklımdan Gözlük takmalıyım, yapmam gereken bu, diye geçiyordum. Ancak gözlüğe ihtiyacım yoktu, gözlerim sağlıklıydı ve berraklığı henüz hayat tecrübesiyle gölgelenmemişti. Ardı arkası kesilmeyen hoşgörülü, sevecen gülümsemeleri gözlük takarak savuşturma olanağı bulamayacağım için ben de saygı uyandıran özel bir yöntem geliştirmeye çabalıyordum. Ölçülü ve ağırbaşlı konuşmaya, fevri davranışlardan olabildiğince kaçınmaya, üniversiteyi yeni bitirmiş gençler gibi koşturmak yerine yürümeye çalışıyordum. Şimdi, geçen bunca yıldan sonra geriye dönüp baktığımda bütün bunların hiçbir işe yaramadığını görüyorum. 

* Akıllı insanlar mutluluğun tıpkı sağlık gibi olduğunu çok önceden gözlemlemişler; sahip olduğunda fark etmezsin ama yıllar geçince onu öyle ararsın, öyle ararsın ki!

* Saçma sapan, isterik bir mektup. Alanın başına migren sokacak türden...

* Ne kadar olağanüstü bir sesi var ve böylesine güzel, pırıl pırıl bir sesin bu kadar kötü yürekli birine bahsedilmiş olması ne kadar tuhaf.

* Evet, yozlaştım. Çok doğru. Ahlaki benliğim darmaduman olmaya başladı ama yine de çalışabilirim.

* Yalnızlık önemli, hatırı sayılır düşüncelerdir; kendi iç âlemine dalma, huzur, bilgeliktir...

* Kişiliğin yıkımı gerçek bir yıkımdır ama ben yine de bundan kaçınmak için çabalıyorum.

* Her davranışıma neden bir bahane bulmak zorundayım ki? Bu hayat değil, işkence!

* Hayır. Bir daha asla, uykuya dalarken bile, hiçbir şey beni şaşırtamaz diye böbürlene böbürlene mırıldanmayacağım.Hayır. Bir yıl geçti, bir yıl daha geçecek ve en az ilki kadar sürprizlerle dolu olacak... Öyleyse öğrenmenin sonu yok.

* İnsanın çektiği acılara henüz duyarsızlaşmamış ruhumun derinliklerinde bir yerlerde sıcak sözcükler arayıp buldum.

* Olgunlaştım, ne istediğini bilen, zaman zaman somurtkan biri olup çıktım.

* Hiç de fena bir doktor değilsin ama yine de kendine yanlış yol seçmişsin, Kesinlikle yazar olmalıymışsın, diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.

* Neden bırakmıyorsun peşimi, kader?! Neden yüz yıl önce doğmadım? Ya da daha iyisi:Yüz yıl sonra. Hem daha iyisi, keşke hiç doğmasaydım. Bugün biri şöyle dedi bana:"Torunlarınıza bir şeyler anlatacak olduğunuz için doğdunuz!" Amma saçma! Sanki tek hayalim, kocayınca torunlarıma duvarda nasıl asılı kaldığım gibi saçmalıkları anlatmakmış gibi! ......

Hem yalnızca torunlarım değil, çocuklarım da olmayacak benim.... 

* Yeterince saçmalıklar, delilikler yaptım. Bir yıl içinde Mayne Reid'in 10 cilt yazmasına yetecek kadar çok şey yaşadım. Ama ben bir Mayne Reid'in, Boussenard da değilim. Gırtlağıma kadar doluyum ve bitler yeterince kemirdi beni... Aydın olmak ille de budala olmayı gerektirmez...

Yeter artık!

Giderek yaklaşıyoruz denize! Denize! Denize!

....

Bundan böyle savaşlara lanet olsun, sonsuza kadar lanet olsun!




15 Ocak 2023 Pazar

ITALO CALVİNO "BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU"

 

 #İtaloCalvino 📚 #BirKışGecesiEğerBirYolcu

İtalyan yazar Italo Calvino'nun 1979'da yayımlanan üstkurmaca tekniğiyle kaleme aldığı romanıdır. Bölüm bölüm öyküler içeren postmodernist anlatı, karşı cinsten iki okurun aynı kitabı okumaya çalışması hakkındadır. Her bölüm iki kısma ayrılmıştır.

Okuma sanatı üzerine bir bölümle başlayan kitap daha sonra 22 parçaya bölünür. Tek numaralı pasajlar ve son pasaj ikinci tekil şahıs ağzından anlatılır. Her bölümün ilk bölümü ikinci kişi ağzındandır ve okuyucunun okumakta olduğu kitabın sonraki bölümünü okumaya çalışmak için içinden geçtiği süreci anlatır. İkinci yarı, okuyucunun bulduğu yeni bir kitabın ilk bölümüdür. Farklı kitapların ilk bölümleri olan bölümlerin tümü, anlatı bölümlerini ilerletir. İkinci yarı her zaman öncekilerden farklı bir şey hakkındadır ve pasajlar; iki kahramanı uçarı bir yazarı aramaya, tuhaf bir çevirmenle yüzleşmeye çalışırken çökmekte olan bir yayınevine yollarının düşmesiyle uluslararası bir kitap sahtekârlığı komplosunun ortasında kalmalarına kadar yollarının uzamasını konu eder. Yazın dünyasının büyüklüğünü; yazarın, editörün, çevirmenin, redaktörün, maatbaanın, yayınevinin, kitapçının, kütüphanenin, okura uzanan ilişkilerine, aralarındaki bağlara değinir.

Roman, hem öykülerle yeni yolculuklara kapılar açıyor hem de okurun, okuma serüvenini metne dâhil ediyor. 

Yazar, kitapta başlayan ama bitmeyen öykülerin yön değiştirmeye neden olduğuna değinerek yaşamın doğasına atıfta bulunuyor. Her kitabın başka kitaplarla beslendiğini, hepsinin arasında bir ilişkinin olduğunu ve bu sürecin bitimsizliğini vurguluyor.

Parçalı kurguların başlıkları sırayla anlatının sonuna yakın bir karakter tarafından okunuyor ve uzun bir cümle meydana geldiği görülüyor: "Bir kış gecesinde, Malbork kasabasının dışında, dik bir yokuştan eğilmiş bir gezgin. Rüzgârdan, baş dönmesinden korkmadan, birleşen çizgiler ağında, kesişen bir çizgiler ağında, boş bir mezarın etrafındaki ayın aydınlattığı yapraklardan oluşan halıda aşağı bakar orada sonunu bekleyen hangi hikâye var? Hikâyeyi duymak için sabırsızlanarak sorar. Bir yazarın nesnelliği teması, Calvino’nun mutlak nesnelliğin mümkün olup olmadığını, hatta kabul edilebilir olup olmadığını araştıran romanı Bay Palomar’da da görülür. Diğer temalar arasında anlamın öznelliği, kurgu ve yaşam arasındaki ilişki, ideal bir okuyucu ve yazar yapan unsurlar ve yazarın özgünlüğü yer alır."

#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

* Italo Calvino’ nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin.

* Sen, ilke olarak artık hiçbir şeyden hiçbir anlam çıkarmayan birisin. Senden daha genç ya da çok daha genç olan ve kitaplardan, insanlardan, yolculuklardan, olaylardan, yarının bilinmezliğinden olağanüstü deneyimler bekleyerek yaşayan pek çok kişi var. Sen öyle değilsin. Sen, insanın içine gireceği en iyi beklentinin, en kötüden sakınmak olduğunu biliyorsun. Genel, hatta bütün dünyaya ilişkin konularda olduğu gibi kişisel yaşantında da vardığın sonuç budur. Ya söz konusu kitaplar olunca? İşte, bütün alanlarda beklentisizliği seçtiğin halde, kitap gibi çerçevesi iyice belirlenmiş bir konuda bu gençlik hazzına hâlâ ayrıcalık tanıyabileceğini düşünüyorsun; evet bu alanda şansın yaver gitmeyebilir, ama yaşayabileceğin hayal kırıklığı çok da büyük olmayacaktır. 

* Evimin alışıldık kokuları ve sesleri o sabah bana elveda dercesine sarıyordu çevremi: O âna dek bildiğim her şeyi uzun bir süre için yitirmek üzereydim -bana öyle geliyordu- ve geri döndüğümde ben dahil olmak üzere artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu nedenle benimki sonsuza dek uzanan bir elvedaydı...

* Bir kitap açacağının yaşatacağı hazlar dokunsal, işitsel, görsel ve özellikle zihinseldir. Okumanın öncesinde, kitabın soyut bütünlüğüne ulaşmak için somut bütünlüğünü aşmak adına yapılan bir hareket vardır. Alt köşeden sayfaların arasına giren bıçak coşkuyla yükselir, birbirine kenetlenmiş lifleri ardı ardına biçerek yükseldiğinde düşey bir kesik atar -iyi yürekli kâğıt, bu ilk ziyaretçiyi şen ve dostane bir hışırtıyla kabul eder çünkü bu rüzgârın ya da bakışların çevireceği sayfaların müjdesi niteliğini taşımaktadır; en büyük direnişi, hele ki çift sıraysa yatay kat gösterir çünkü gerisingeriye pek de çevik olmayan bir hareket ister, işte bu noktada derinden gelen notaların boğuk sesi duyulur. Kağıtların kenarı dokunun paralanmasıyla yırtılır; 'bukle' denen incecikten bir talaş kopar; bunun, denizin kumla birleştiği noktada oluşan köpük kadar nazenin bir görüntüsü vardır. Sayfalar barikatını kılıç darbesiyle yararak açmak, sözcüğün içinde barındırdığı ve gizlediği düşünceyle yüz yüze gelmeni sağlıyor: Sık bir ormana dalmışçasına okumanın içinde ilerliyorsun.

* Her zaman yaptığım gibi kendime saklamayıp paylaşabileceğimi sandığım bir düşüncem var.

* Ben okuduğum şeylerin öyle ayan beyan ortada olmasından hoşlanmam, kim bilir neyin işareti olan, şimdilik ne olduğu bilinmeyen bir şeylerin varlığının belli belirsiz hissedildiği konuları yeğlerim…

* "Firar etmek" sonu olmayan bir düşünce fırtınasına kapılmama neden olan birkaç sözcükten biridir.

* Sanki coğrafi haritanın yırtıklarından, sınırları ve cepheleri paralayan çatlaklarından esen dondurucu ve nemli rüzgârın önüne katılmış gibi görünen kalabalık, köprünün demir parmaklıkları arasından oluk oluk akıyordu. O günlerde kente sığınmak isteyenlerin sayısı çok fazlaydı: Kimi isyanların, yağmalamaların yayılmasından korkuyordu, kimi de yeniden yapılandırıcı orduların yürüyüş yolu üzerinde bulunmak istemiyordu; kimi Geçici Kurul'un dayanıksız yasallığı altına sığınmak, kimi rahatsız edilmeden yeni ya da eski yasalarla başı belaya girmesin diye bu karışıklıkta saklanmak istiyordu. Herkes, kendinin hayatta kalabilme şansının tehlikede olduğunu hissediyordu ve dayanışmadan söz etmenin gayet yersiz kaçacağı bu noktada önemli olan dişinle, tırnağınla canını kurtarmaktı; gene de bir tür birlik ve anlaşma sağlanmıştı, bu nedenle kuvvetler engeller karşısında bir araya geliyorlar ve fazla söze gerek duymadan birbirlerini anlıyorlardı.

* Bütün gizemlerin ve kaygıların bir satranç oyuncusunun zihni misali doğru ve soğuk ve gölgesiz bir zihinden süzüldüğü kitapları severim.

* Düşünmek, kafa yormak: Düşünceye ilişkin her etkinlik beni aynalara yönlendiriyor. Plotinus'a göre ruh, üstün aklın düşüncelerini yansıtarak maddesel nesneleri yaratan bir aynadır. Belki de bu nedenle ben düşünebilmek için aynalara gereksinme duyuyorum: Sanki ruhum, kendi kurgusal erdemini işlerliğe koymak istediği her sefer öyküneceği bir modele gereksinme duyuyormuşçasına, yansıyan imgelerin varlığı olmadan yoğunlaşmayı beceremiyorum.

* Her zaman yazılı cümlenin dışında kalan çok gerekli bir şeyler vardır, hatta romanın dile getirmediği şeyler dile getirdiklerinden fazladır; okura, yazılı olmayanı bile okuduğu yanılsamasını verebilen yazılı olanın özel bir yansımasıdır.

* Uçmak, yolculuğun tersidir. Mekanın süreksizliğini aşarsın, yok olursun, kendi de zaman içinde bir tür boşluk olan bir süreç için hiçbir yerde olmamayı kabul edersin; sonra yok olduğun yer ve zamanla ilgisi olmayan bir yer ve anda ortaya çıkarsın. Bu arada ne yaparsın? Senin dünyadan, dünyanın senden kopukluğunu nasıl değerlendirirsin?

* Akbabalar havalandığı zaman, bu gecenin sona erdiğinin işaretidir.

* Elimizden kaçan bir şey olmalıdır... Çünkü iktidar, etki edebileceği bir nesne, kollarını uzatabileceği bir yer arar.

* Benim aradığım kitap dünyanın sonu geldiği duygusunu veren kitaptır; dünyanın, dünyada var olan her şeyin sonu olduğu duygusunu veren, dünyada var olan tek şeyin , dünyanın sonu olduğunu söyleyen kitaptır.

* Dünya öylesine karmaşık, dolaşık ve fazlasıyla yüklü ki, biraz aydınlık bakabilmek için seyreltmek gerekiyor, seyreltmek.

* Nesnelerden vazgeçmek sanıldığından daha kolay: İş başlamakta. Onsuz yapamayacağınız bir şeyi bir kenara bırakmayı bir kere başardığında, bir başka şey olmadan da yapılabildiğini, sonra bir başka şeyden de sıyrılabildiğini göreceksin.

* Hangi liman büyük bir kütüphaneden daha güvenli bir biçimde açar sana kollarını?

* Okumanın nesnesi noktasal ve un ufak olmuş bir maddedir. Yazının yayılıp giden geniş alanında, okurun dikkati anlamda son derece yoğunluk gösteren küçük bölümleri, sözcük uyumlarını, eğretilemeleri, sözdizimi bağlantılarını, mantıksal geçişleri, sözcük dağarcığının tuhaflıklarını birbirinden ayırır.

* Okuduğum her yeni kitap, benim okumalarımın toplamını oluşturan o bütünsel ve tek kitabın bir parçasını oluşturur. Bu uğraşmadan olmaz: Bu genel kitabı oluşturmak için her özel kitap dönüşüm göstermeli, daha önce okuduğum kitaplarla ilişki içine girmeli, onun bir eki veya gelişmişi, veya düzelmişi veya yorumu veya referans metni olmalıdır.

* Benim için okuduğum bütün kitaplar tek bir kitaba çıkar ama bu zamanın gerisinde kalmış bir kitaptır ve anılarımda zar zor yer bulur kendine. Benim için bütün ötekilerden önce gelen bir öykü vardır ve bu okuduğum bütün öyküler onun hemen kaybolan bir yankısıdır. Okumalarımda çocukluğumda okumuş olduğum o kitabı aramaktan başka bir şey yapmıyorum, ama onu yeniden bulamayacağım kadar az şey hatırlıyorum.

* Benim için en önemli an, okumadan az önce gelen andır. Kimi zaman, başlığı, belki de var olmayan bir kitabın arzusunu içimde tutuşturmaya yeter. Kimi zaman kitabın başlangıcı, ilk birkaç cümlesi... Sözün kısası: Hayal gücünüzü harekete geçirmek için size pek az şey yetiyorsa, bana çok daha azı yeter: Okumanın vaat ettikleri.

* "Benim içinse önemli olan sonudur ama gerçek, en son, karanlığa gizlenmiş olan kitabın seni götürmek istediği varış noktası. Ben de okurken sarmallar ararım ama benim bakışlarım sözcükler arasında kazı yaparak uzakta, 'son' sözcüğünün ötesine uzanan mekânlarda neyin göründüğünü keşfetmeye çalışır."

* "Ben bir kitapta sadece yazılı olanı okumayı, ayrıntıları bütünle birleştirmeyi; bazı okumaları kesin olarak yorumlamayı, bir kitabı ötekinden ayrı tutmayı: her birini kendindeki değişik ve yeni olan için okumayı severim; her şeyden çok da bir kitabı başından sonuna kadar okumaktan hoşlanırım. Ama bir süredir her şey ters gidiyor; bana öyle geliyor ki dünyada artık sadece havada kalan ve yolunu yitiren öyküler var." 

* Siz her öykünün bir başı ve sonu olması gerektiğine mi inanıyorsunuz? Çok eskiden bir öykü ancak iki şekilde biterdi: Bütün sınamalardan geçtikten sonra erkek ve kadın kahraman ya evlenirler ya da ölürlerdi. Bütün öykülerin ana fikrinin iki çehresi vardır: hayatın devamı; ölümün kaçınılmazlığı.






7 Ocak 2023 Cumartesi

HOMEROS "İLYADA DESTANI & ODYSSEİA DESTANI"


İLYADA & ODYSSEİA 

Homeros 📚 Troya


Batı edebiyatının ilk büyük eserleri olarak bilinen İlyada ve Odysseia destanları Antik Çağ'da yaşamış İyonyalı ozan Homeros'un eserleridir. 

Homeros ismi Antik Yunancaya göre 'köle' anlamına gelmektedir.

İlyada bir olayı, 10 yıl süren Troya Savaşı'nı, Odysseia ise bir kişinin, Troya'nın düşmesinden sonra 10 yıl boyunca Odysseus'un başından geçenleri anlatır. Troya Destanı'nda olaylar birbirini izleyecek şekilde anlatılır. Odysseia'da olaylar anılar, geriye dönüşler, atlamalarla canlandırılır bu da bilinç akışı tekniğinin ilk örneğini yansıtır.

İlyada Destanı'nda insana ait birtakım temel duygu ve ihtiraslar ele alınır; kıskançlık, en güzel ve en güçlü olma arzusu savaşın çıkma sebebidir. Bencilce davranışların, kendi öfkesini yenemeyen insanların çevrelerine ne kadar zararlı olabilecekleri de destanın konuları arasındadır. Savaşların nedensizliği ve yıkımı; 10 yıl süren savaşın sonucunda ölüp giden askerlerden başka neredeyse hiçbir şeyin değişmemesiyle vurgulanmıştır; dul kalıp köleleştirilen kadınlar, öksüz ve yetim kalan çocuklar, ayrılmak zorunda kalan eşler, destanın en dramatik yönüdür. Destanda savaş şartlarının insanları nasıl değiştirdiği, vahşileştirdiği, hatta, canavarlaştırdığı konusu sık sık ele alınarak savaşların zararları yansıtılmıştır.

İlyada Destanı'nda yıllarca süren Troya kuşatması ile birlikte kahramanlık idealinin bütün çelişkileri sorgulanmaktadır; kahramanların hırs, gururu, vahşi cesaretleri, Yunan düşüncesindeki 'hybris' kavramı; insanın kendi sınırlarını aşarak Tanrıyla boy ölçüşmesinin yıkım getireceği inancı ilk kez İlyada’da belirmiştir.

İlyada’daki kahramanlık ruhu, Odysseia’da akıl, kurnazlık ve gerçeklik duygusu gibi özelliklerle tamamlanır. Destan, Akhaların en zeki, en kurnaz savaşçısı Kral Odysseus’un Troya Savaşı’ndan sonra kendi ülkesi İthaka'ya dönerken 10 yıl boyunca geçirdiği serüvenleri ve bu yolda mücadele ederek üstesinden geldiği güçlüklerin öyküsü anlatılır.

 Odysseus'un anlamı “çileli” demektir.

Her iki destan da altılı ölçüyle “yazılmış”, her ikisinde de yineleme tekniği kullanılmıştır. Anlatıcı, iki destanda da yararlandığı kaynaklardan söz eder.


#Altınıçizdiğimsatırlar 📝

* İlyada insana karşı insanın savaşını anlattığı halde, Odysseia insanın doğaya karşı savaşını dile getirir.




İLYADA DESTANI 📝

* Nice taşkınlıklar yapılır gençlikte,

yürek coşkun olur, düşünce toy.

* Tanrı üstünlüğü kimine savaşta verir,

kimine oyunda, çalgı çalmada, kimine türkü söylemede,

kiminin de göğsüne üstün bir düşünme gücü koyar,

çok adam yararlanır ondan,

bu güçle kurtarır birçok insanı,

en çok da kendi bilir değerini bunun.

* Her şeyden bıkar insan, ama her şeyden,

uyumaktan, sevişmekten, tatlı türküden, horadan,

savaştan çok bunları özlemez mi kişi ?

Ama Troyalılar bir türlü doymak bilmez savaşa.


ODYSSEİA DESTANI 📝

* Yeryüzünde yürüyen ve soluk alan yaratıklar arasında insandan daha güçsüz bir yaratık beslemez toprak ana.

* İnsan, aklıyla akıldışı düzensizlikleri yenmek gücünü bulur kendinde.

* Kötü düzenler kuran az mı insan var ki!

* Şu kör olası aç karına boyun eğmemek elde değil,

bütün belaları başımıza odur getiren.


#AşilTendonu 

Baldırın arka bölümündeki kas grubunun topuk kemiğine birleşmesini sağlayan yapıya İlyada Destanı'nda geçen Troya Savaşı kahramanı Akhilleus’un  öyküsünden esinlenilerek Aşil tendonu adı verilmiştir. Vücudun en güçlü tendonudur.

Aşil tendonu
Homeros’un İlyada’sındaki Troya savaşının en önemli figürlerinden olan Akhilleus (Aşil), Thetis ile Peleus’un oğludur. Annesi Thetis, Akhilleus’a ölümsüzlük kazandırmak için çocukken onu ölüler ülkesindeki Stiks Irmağı’na daldırmıştır. Bunu yaparken Akhilleus’u sol topuğundan tuttuğu için topuğu büyülü suya değmemiştir. Akhilleus’un ölümü ancak ve ancak topuğundan alacağı bir darbeyle olacaktır. Troya prensi Paris, attığı okla onu topuğundan vurur ve Akhilleus’u öldürür.
Aşil tendonunun kopmasına tıpta ‘Aşil Tendon Rüptürü’ denmektedir.