28 Şubat 2021 Pazar

GABRİEL GARCİA MARQUEZ ''ALBAYA MEKTUP YOK''




#AlbayaMektupYok ✉️📪 #GabrielGarciaMaquez 📚

Nobel Edebiyat ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez’in 1961 yılında yayımlanan orjinal adı El coronel no tiene quien le escriba olan "Albaya Mektup Yok", Şiddet Yılları olarak bilinen Kolombiya’daki iç savaş döneminde yoksulluk içerisinde yaşayan eski bir askerin öyküsüdür.

Albaya Mektup Yok, Gabriel Garcia Marquez’in yalın bir dille yazdığı, insanı, yaşlılığı, evliliği, yoksulluğu ve de bekleyişi hem de umudu kesmeden sabırla bekleyişi anlattığı etkileyici bir eserdir.

Albay; karısı ve horoz dövüşlerinde el altından bildirge dağıttığı için siyasi nedenlerden ötürü vurularak ölen oğlundan kalan horozuyla fakirlik içinde yaşayan ve 15 yıldır her cuma gelen postayla emekli maaşını bekleyen bir adamdır. Albayın bir umudu ne olursa olsun geleceğine inandığı emekli maaşı diğer umudu da oğlundan kalan, dövüşler başladığında çok para kazandıracağına inandığı horozdur ki tüm kasabanın umududur bu horoz. Albayın karısı ise başlarda ılımlı olsa da sonuna doğru iyice inancını kaybediyor ve horoz herkese umut olurken ona yük olmaya başlıyor.


Albaya Mektup Yok, kısa ama bir o kadar da derin olan, Kolombiya siyasetine önemli göndermeler barındıran önemli bir eserdir. Ülkenin bağımsızlığında savaşmış, ancak hükümetler değişince bir kenara atılıp unutulmuş eski bir askerin yaşam mücadelesini konu alan, trajik ve komiğin iç içe geçtiği anlatımıyla klasikler arasında önemli bir yere sahiptir. Öykü sıkıyönetim kaynaklı açlık ve yoksulluğu temel alır; gece on birden sonra sokağa çıkma yasağı vardır, filmler kendi arasında sınıflandırılır, rahipler sinemaya girişleri denetler, gazeteler sansürlüdür, el altından dağıtılan broşürlerle doğru haberlere ulaşılmaya çalışılır, kamusal alanlarda siyaset konuşulmaz.. Bütün bunlar coğrafyanın iklim özellikleriyle atmosferin boğuculuğunun insanları nefes alamaz hale getirişi ile  de desteklenir.

#AlbayaMektupYok ✉️📭





#AlbayaMektupYok ✉️📭

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

*"Umut karın doyurmaz,' dedi kadın. 'Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar,' diye yanıtladı albay."

* "Bugün kesinlikle gelmesi gerekiyordu" ... "Kesinlikle gelen tek şey ölümdür albay."

* Kötü bir durumun en kötü yanı bize yalan söyletmesidir.

* Canlı canlı çürüyoruz.

* İnsanlık bir bedel olmadan ilerlemiyor.

* Hayat şimdiye dek icat edilen en güzel şey.

* Şapka gitmiyorum , böylece onu kimse için çıkartmıyorum.

* İmge, gerçekliğe ulaşmanın aracıdır.

* Bendeki bu şey bir hastalık değil yavaş bir ölüm.




GABRİEL GARCİA MARQUEZ "YÜZYILLIK YALNIZLIK"



#GabrielGarciaMaquez 📚 #YüzyıllıkYalnızlık 📖

Özgün adı İspanyolca, Cien años de soledad olan Türkçeye Yüzyıllık Yalnızlık adıyla çevrilen eser 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödüllünü kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in 1967 yılında yayımlanan başyapıtıdır.

Yazarın kendi biyografisi ve anılarından çok şey katarak oluşturduğu eserde yüz yıllık bir zaman diliminde; savaş, tufan, grev, hastalıklar ve siyasi şiddet olayları gibi önemli sorunlar ele alınır.

Büyülü gerçekçilik üzerine kurulu romanda yazarın kurguladığı dünya, Latin Amerika'nın kendi yüzünü görmesini sağlayan ayna işlevi de görür.

Yakın akraba evliliği yüzünden yüz yıl sonra soylarının tükenmesiyle bitecek olan romanda lanetlenmiş bir soyun Macondo adlı kurgusal bir kasabada dönen kader çarkının göçebelikten yerleşik düzene geçişleriyle başlayan hikâyeleri aktarılır.

Macondo Kasabası, Buendia ailesine yüzyıllık soylarının yalnızlık lanetine bir ömür ev sahipliği yapar. Kasabanın dış dünyayla olan tek bağlantısı çingene obaları ve onların her yıl bir mucize gibi tanıttıkları icatlardır.

Hayatları boyunca yeniliklerle, iktidar çatışmalarıyla, hastalıklarla, takıntılarla, doğaüstü olaylarla savaşan Buendia ailesinde lanetlenmiş olma korkusu hep barınmıştır. Hayatları boyunca lanet korkusundan kaçıp saklanmaya çalışan aile her şeye rağmen lanetlerine ya boyun eğmişler ya da onu bizzat gerçekleştirmişlerdir.



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.

* İnsanlar birinci mevkide giderken, edebiyat yük katarına atılırsa, dünyanın anası bellenmiş demektir.

* “Ne kadar az uyusak o kadar iyi,” dedi, “böylece hayattan daha çok kâm alırız.”

* İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

* Ölüm, donunun parçalarını koklaya koklaya nereye gitse peşinden geliyor, ama pençesini vurup son darbeyi indirmeye bir türlü karar veremiyordu.

* "Bilim uzaklığı ortadan kaldırdı," diye fetva verdi. "Çok yakında insanoğlu evinden dışarı adım atmadan dünyanın neresinde ne oluyorsa görebilecek."

* Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı daha yoktu ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.







26 Şubat 2021 Cuma

GABRİEL GARCİA MARQUEZ "KOLERA GÜNLERİNDE AŞK"

 


#KoleraGünlerindeAşk 🎥 #GabrielGarciaMaquez 📚

Kolera Günlerinde Aşk (El amor en los tiempos del cóler), Nobel Edebiyat ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1985 yılında yayımlanan romanıdır. Terk edilmiş bir sevgilinin, gençlik yıllarından başlayarak yaşlılığına dek süren yarım yüzyıllık saplantısının öyküsüdür; aşk-kolera metaforu üzerine kurulu bir öyküdür. Bulaşıcı ve ölümcül bir hastalık olan kolera ile benzeştirilen bir tutkunun öyküsü. Florentino Ariza, henüz 13 yaşındaki Fermina Daza’yı gördüğü andan itibaren içine düşen aşk ateşiyle ona yazdığı ilk mektubun yanıtını beklerken tıpkı bir kolera hastasının belirtilerini gösterir.

Olay örgüsü koleranın ortalığı kasıp kavurduğu, toplu ölümlere yol açtığı bir dönemde Karayip kıyısı boyunca uzanan bir körfez şehrinde geçmektedir; lağım sularının açıkta geçtiği, bu nedenle her an kolera ve diğer bulaşıcı hastalıkların pusuda beklediği eski bir kenttir burası. İç savaşların sürüp gittiği, sürekli hükümet değişikliklerinin olduğu, barış yüzü görmemiş şanssız bir yer.

Gabriel Garcia Marquez'in büyülü gerçeklik tarzıyla yazdığı roman, toplumun içinde bulunduğu acı gerçekler sınırsız hayal gücü ile harmanlanarak gözler önüne serilmiştir. 

Takıntı boyutundaki bir aşk öyküsünün fonunda Karayip kıyılarını, vahşi hayvanları, insanların sosyal yaşamlarını, geleneklerini, yoksulluğu, hastalıkları ve  bölgede yaşanan siyasi çalkantıları aktarmaktadır.

Yazar, varsıl küçük azınlıkların, yoksul büyük kitleleri acımasızca sömürdüğü, hastalığın kol gezdiği, ölüm kokan yazgılarını anlatırken ince bir mizahla işler.
19. Yüzyılın son yıllarında küçük ve yoksul bir kente, evlilik dışı ilişkiden doğduğu için babası tarafından desteklenmeyen ve annesiyle birlikte yaşayan gösterişsiz, silik bir delikanlı Florentino Ariza, bir gün çalıştığı daireden telgraf götürmek için gittiği evde, evin 13 yaşındaki kızı Fermina Daza ile karşılaşır ve onu asla unutamaz. Önceleri karşılıklı hisler beslerler ama kızın babası ilişkiyi desteklemez ama ayrılıkları Fermina Daza'nın delikanlıyı silik bir gölge gibi bulmasıyla yaşanır. Genç kız varlıklı bir doktorla evlenir, Florentino Ariza ise, Fermina'yı unutmak için sürekli, bekar, dul, genç, yaşlı, yoksul, zengin fark etmez, 600 aşk serüveni yaşar. En son yaşadığı ilişkiyse, kendisine emanet edilen ve velisi olması istenilen 14 yaşındaki bir akrabasıdır. Aradaki 60 yaşlık farkı önemli görmez. Yaşadığı tüm ilişkilerini kaydederek 25 tane defter doldurur. Bir taraftan da Fermina Daza'yı elde etmenin tek yolu olan servet için çalışıp çabalar ve kazanır. 
Fermina Daza'nın eşinin ölümünü fırsat bilerek ona aşkını yeniden ilan eder, yaşlı kadın ilk başlarda reddeder ama Florentino Ariza'nın vazgeçmez. Fermina Daza yalnızlıktan sıkıldığı için ve Florentino Ariza'nın sahibi olduğu gemide uzun bir yolculuğa çıkmaya ikna olur. Önceleri mesafeli olan duruşu zamanla yumuşar ve kaldıkları yerden devam etmeye karar verirler. Fermina Daza 72, Florentino Ariza 76 yaşında hem fiziksel hem dugusal olarak ilişkilerini yaşamaya başlarlar. 





ALTINI ÇİZDİĞİM SARTIRLAR  📝

* Ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.

* Nereye gitse, nereden geçse, ne yapsa, onu anımsatan bir eşyasına rastlıyordu.

* Hiçbir şey, ölümden daha çok benzemez insana.

* Genç olmak için kötü bir dönemdi o dönem. Her yaşın kendine göre bir giyim tarzı vardı; ama yaşlılığın tarzı ergenlikten hemen sonra başlıyor, ta mezara dek sürüyordu. Yaşın da ötesinde, bir toplumsal saygınlıktı bu. Gençler tıpkı dedeleri gibi giyiniyorlar, vakitsiz taktıkları gözlüklerle kendilerini daha saygıdeğer kılıyorlardı; otuzundan sonra baston iyi gözle görülen bir şeydi. kadınlar içinse yalnızca iki yaş vardı; evlenme yaşı -ki bu yirmi ikiyi geçmiyordu- bir de sonsuza dek erden (bakire) kalma yaşı; evde kalmış kızlar. Ötekiler, evli olanlar, anneler, dullar, nineler, onlar ayrı bir türdü; yaşlarını, yaşadıkları yıllara göre değil, ölmek için geri kalan yıllara göre hesaplıyorlardı.

* “Yaşamda gereksinim duyduğum tek şey, beni anlayan birisi.”

* Toplumsal yaşamın sorunu, korkuyu yenmek, evlilik yaşamının sorunu ise can sıkıntısını yenmeyi öğrenmektir.

* O zamana dek, geçip gidenin dünya olduğunu varsaymıştı; alışkanlıklar, moda, her şey geçip gidiyordu... kendi yaşamının da, beklemekten başka bir şey yapmadan geçip gittiğini ilk kez bilinçli olarak gördü.

* Böylesine kolay elde edilen bir mutluluğun çok uzun süremeyeceğini, deneylerinden çok, sakınımlılığından biliyordu.

* "Zengin değilim," diyordu, "parası olan bir yoksulum ben; bunlar başka başka şeyler."

* İnsanların her zaman annelerinin onları dünyaya getirdiği zaman doğmadıkları, yaşamın onları bir kez daha, hem de sık sık kendi kendilerinden doğmaya zorladığı düşüncesine kaptırdı kendini.

*Soy soplarıyla, kentin tarihsel değerleriyle, kalıntılarının paha biçilmezliğiyle, yiğitliği ve güzelliğiyle övünerek geçiriyorlardı yaşamlarını, ama yılların yıpratıcılığı karşısında kördüler.

* İnsanın adının kötüye çıkması, sağlığının bozul olmasından da beter.

Kocasına ait her şey hıçkırıklara boğuyordu onu: ponponlu terlikleri, yastığın altındaki pijaması, yarımay biçimindeki tuvalet masasının onsuz boşluğu, onun tenine sinen kokusu. Belli belirsiz bir düşünce ürpertti onu: "İnsanın sevdikleri tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli."

* Karşılıklı kuşkulara karşın, onu ne denli sevdiğini bilmeden göçüp gitmemesi için ona bir ancık daha bağışlamasını dilemişti Tanrı’dan; birbirlerine söyleyemedikleri her şeyi söylemek, geçmişte yaptıkları kötü şeyleri yeniden daha iyi yapmak için onunla birlikte sürdüğü yaşama yeni baştan başlamak için dayanılmaz bir istek duydu içinde. Ama ölümün uzlaşmazlığı karşısında boyun eğmek zorunda kaldı. Acısı dünyaya ve kendine karşı kör bir öfkeye dönüştü; bu yalnızlığını tek başına göğüsleme gücünü ve yürekliliğini verdi ona.

* Evliliğin büyük felaketlerden kaçınmanın, günlük küçük mutsuzlukları gidermekten daha kolay olduğunu bilselerdi, yaşam ikisi için de çok daha başka olurdu. Ama birlikte öğrendikleri bir şey varsa, o da, bilgeliğin bize artık hiçbir şeye yaramadığı bir zamanda geldiğiydi.

* Kim olursa olsun, herkes kendi ölümünün sahibidir; o an gelip çattığında yapabileceğimiz tek şey, insanların korkusuz ve acısız ölmelerini sağlamaktır.









21 Şubat 2021 Pazar

GABRİEL GARCİA MARQUEZ "KIRMIZI PAZARTESİ"



#GabrielGarciaMarquez 📚

“Kırmızı pazartesi”, özgün adı ile “Crónica de una muerte anunciada “ Kolombiya asıllı Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez 'in polisiye-macera türündeki başyapıtıdır.

Kırmızı Pazartesi, Gabriel García Márquez’in çocukluk yıllarında yaşadığı bir kasabada meydana gelen, herkesin işleneceğini bildiği ama hiç kimsenin de engel olmak için hiçbir şey yapmadığı bir namus cinayetini konu edinmektedir. Ölüm daha ilk paragrafta söylenir, ancak gerilim son satıra kadar şiddetini artırarak sürer.

Kırmızı Pazartesi, bir cinayetin arka planında toplumun ahlak yapısıyla örtüşen ortak davranışın portesini çizmektedir. Kitapta tüm kasaba tarafından işleneceği bilinen bir cinayetin kimse tarafından engellenmeye çalışılmaması hatta cinayetin gerçekleşmesine tepkisizlikle önayak olması vurgulanmaktadır. Namus cinayeti ele alınırken toplumsal değerlerin birey üzerinde oluşturduğu baskı da işlenir. Kasabalılar, namus uğruna işlenecek bir cinayet karşısında sessiz kalmanın toplum vicdanını rahatlatacağını düşünürler. Ayrıca iyi huylu olduğu düşünülen ikizlerin kimseyi öldüremeyeceğini söyleyip öldürme eyleminin nasıl olsa gerçekleşmeyeceği iddiasında bulunarak işin içinden sıyrılmayı seçerler. Cinayeti işleyen ikiz kardeşler mahkemede cinayeti meşru müdafaa gereği işlediklerini beyan ederler böylece hem halk nezdinde hem de adalet önünde suçsuz sayılacaklarını umarlar ayrıca din kurumu da namus söz konusu olduğunu için onlarin yanında yer almayı uygun görür. Roman karakterleri arasında  Santiago Nasar'ın suçsuz olabileceğini düşünen tek kişi anlatıcıdır. Santiago Nasar'ın başına gelenler, toplum karşısında bireyin tek başınalığına ve çaresizliğine dikkat çeker. Tüm kasaba halkı bir araya gelerek onun sonunu hazırlamıştır. Nasar'ın ölüm sahnesinin çarpıcı bir şekilde tasvir edilerek toplum vicdanında açılmak istenen bir yarık oluşturulmuştur. 

Yazar eserinde konuyu başkalarının ifadelerine yer vererek röportaj tekniğiyle kaleme alırken bir yandan karakterleri ve toplumu tanıtır, diğer taraftan cinayeti araştıran bir anlatıcı tarafından aktarır böylece romandaki namus cinayetinin kurbanı Santiago Nasar ve cinayeti işleyen ikiz kardeşler hakkında da başkalarının verdiği bilgileri toplayarak bu yolla okuyucunun karakterleri başkalarının bakış açısıyla da tanımasına yol açmaktadır. Röportaj tekniğiyle kahramanların iç dünyalarını ve bakış açılarını da yansıtan yazar, eserde yer verdiği röportajlara kahramanların cinayet günü, havanın durumu hakkında farklı bilgiler vermesine bağlı olarak kahramanların Santiago Nasar ve olayla ilgili yaklaşımlarını da göstermekte, farklı görüşleri yansıtarak kahramanların iç dünyaları hakkında fikir edinmemizi de sağlamaktadır. 

Bireyler arasındaki uyumsuzluğa karşın, yazar, toplumu aynı olaylara aynı tepkileri veren, aynı değer yargılarına sahip olan bir kitle olarak tanıtmaktadır. 

Yazar, cinayeti sadece anlatıcının ağzından ve bakış açısından aktarmak yerine röportaj tekniğine başvurmasıyla pek çok kişinin izlenimiyle aktarmakta, böylece anlatıcısını da tarafsızlaştırmaktadır. Anlatıcı, farklı kahramanların farklı bakış açılarını onların ağzından vererek tarafsız olduğunu bu şekilde ortaya koymayı başarır. Gabriel Garcia Marquez, kahramanlara ve topluma dair bilgileri, romandaki zıtlıkları aynı anda gözler önüne sermektedir. Romanda, kahramanların taraf tutmalarının ortaya konmasıyla bu ironi yaygınlaştırılmaktadır.

Yazar olay örgüsü ile birlikte sınıfsal çatışma, ataerkil düzen, ahlaki değerler, vicdan, önyargı, namus, ötekileştirme, din gibi kavramlar üzerine toplumsal ve bireysel bakış acısını sunmaktadır.

Yazar cinayeti merkeze alarak toplumunun bir çözümlemesini yapmaktadır.





ALTINI ÇİZDİĞİM SATTILAR 📝

* Kader bizleri görünmez kılar.

* Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.

* İşleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda hayatın edebiyatta bile görülmeyen onca rastlantıdan yararlanmış olması ona büyük bir haksızlık gibi görünmüştü.

* Cinayeti engelleyebilmek için bir şeyler yapabilecekken yapamayanların çoğu, namus sorunlarının ancak faciada rol almış kişilerin erişebileceği kutsal alanlar olduğu bahanesiyle kendilerini avutmuşlardı.

* İçimizden hiçbiri kaderin onun için seçtiği yerin ve görevin neler olduğunu kesin olarak bilmeden hayatını sürdüremezdi.

* Hayatın en sonunda kötü bir romana bu kadar benzeyebileceğini kabul etmek gelmiyordu içimden.



#AlbayaMektupYok 📭



13 Şubat 2021 Cumartesi

JOHN STEİNBECK "FARELER VE İNSANLAR"

 



 #Farelerveİnsanlar 📖

Nobel edebiyat ödüllü John Steinbeck'in büyük buhran yıllarını anlattığı eserlerinden biri olan "Fareler ve İnsanlar",1937 yılında yayımlanmıştır. Roman, John Steinback’in hayatından ve deneyimlerinden de izler taşımaktadır. 
Eserde, Amerika'nın yaşadığı değişimlerin bireylerin yaşamlarına etkileri eşliğinde yol arkadaşlığı yapan iki çiftlik işçisinin yaşadıklarını anlatmaktadır. Birbirine zıt karakterdeki iki işçinin, zeki George Milton ve onun iri ama aklı kıt yol arkadası Lennie Small’ın öyküsünü anlatır, iki arkadaşın hem kendi aralarındaki hem de çevresindekilerle ilişkileri ele alınırken karakterlerin iç dünyasına değinilir. Küçük bir toprak parçasına sahip olup insanca bir hayat sürdürmenin hayalini kuran bu ikilinin öyküsünde dostluk önemli bir yer tutar. Yardımseverlik, geçim sıkıntısı, sınıf farkı, işçi problemleri, ırkçılık ve insanların yanlızlıkla sınanması ve sıradan insanların umutları kitabın temel konulardır.
Yazar insanın birbiriyle, doğayla ve toplumla kurduğu ilişkileri konu ederken yalnızlık temasına da değiniyor. Bu yalnızlık roman kahramanlarıyla diğer insanları ayırmıştır. Bu ayrım hayat şartlarının ve toplumun onlara kabul ettirdiği bir ayrımdır. 
Romanda sıradan insanların mücadelelerine rağmen amaçlarına ulaşamamalarının trajedisini yalın ama etkileyici bir şekilde ortaya konulmuştur.


Kitabın ismine ilham veren Robert Burns şiirindeki gibidir kitabın akıbeti “En iyi planları farelerin ve insanların / Sıkça ters gider…"

  


ALTINI CİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsan çok uzun süre yalnız kaldın mı hastalanır, yalnızlıktan hastalanır.

* Kitaplar işe yaramıyor. İnsanın yanında olacak birine ihtiyacı var. İnsan yanında biri olmazsa delirir. Kim olduğu önemli değildir, yeter ki yanında olsun.




JOHN STEINBECK "GAZAP ÜZÜMLERİ"

 


#JohnSteinbeck 📚 #GazapÜzümleri 🍇

John Steinbeck'in Amerika'da 1930'lu yılların ekonomik kriz dönemini realist bir bakış açısıyla yazdığı 1939 yılında yayımlanan başyapıtı "Gazap Üzümleri" yazara "Pulitzer Ödülü" kazandırmıştır. Yazar, kriz dönemlerinde kendisi de çalışmış, yoksulluğun bizzat içinde bulunmuş, insanların yaşam koşullarını gözlemlemiş ve bu sayede eserlerinde analiz etmiştir. Roman, yazarın gerçek hayatta tanıdığı insanlar ve yaşadığı olaylardan izler taşıyarak oluşmuştur.
Olay örgüsü bir cinayet işlediği için yedi yıl hapse mahkûm edilen, fakat dört sene sonra iyi halden şartlı tahliye edilen Tom Joad'ın evine dönmesiyle başlar.
Tom Joad evine döner ancak ailesini bulamaz, ailesi bankadan aldığı borcu ödeyemeyince topraklarını kaybetmiş, toprakların yeni sahibi makineli tarıma geçmiş ve Joad ailesine ihtiyaç kalmadığı için onları ve onlar gibi birçoğunu topraklarından çıkarmıştır. 
Topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesini anlatan eser, Joad ailesinin hikayesi etrafında açlığa, sefalete, ırkçılığa, zulme ve sömürüye direnen milyonların öyküsünü işlemektedir.
Tarımda makine kullanımının yaygınlaşmasıyla fakirleşen ve borçları yüzünden topraklarını kaybeden çiftçilerin zorunlu göçü neticesinde karşı karşıya kaldıkları barınma, iş bulma, ırkçılık gibi sorunlarla mücadeleleri ve tüm zorluklar karşısında birbirlerine olan destekleri ve yardımlaşmaları akıcı ve etkileyici bir dille anlatılmaktadır.





ALTINI CİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Ben bir bakıma korkuyorum bu kadar fazla güzel şeyden. İnanamıyorum. Güzel olmayan gizli bir yanı vardır gibime geliyor.

* Sen kendine ne söylersen, ondan ibarettir yaptığın.

* Kurt gibiydim. Şimdi de sansar gibi oldum. Ava çıktın mı güçlüsündür. Kimse avcının üstesinden gelemez. Ama avlanan sensen, o zaman durum değişir. Bir şeyler oluverir sana. Güçlü değilsindir artık. Öfkeli olabilirsin ama, güçlü değil...

* Adam gibi yazı yazmasını öğrendim. Kuşları muşları çizmesini de öğrendim, bir tek kelime yazmayı değil. Bir çırpıda kuş resmi yapabildiğimi görünce babam fena bozulacak. Hiç hoşlanmaz öyle süslü püslü şeylerden. Yazı yazmasını bilsede sevmez. Korkutuyor onu biraz galiba. Babam ömründe ne zaman yazı görmüşse, birisi bir seyini koparıp almıştır elinden mutlaka.

* İnsan bir yere alıştı mı, ayrılması zordur", dedi. "Bir düşünce tarzına alışınca da kopamaz insan zaten."

* O yaratıkların soludukları hava değil, yedikleri de et değil. Onların soluduğu kâr, yedikleri de anaparanın faizi. Eğer bunları bulamazlarsa ölürler onlar. Siz havasız, etsiz kalınca nasıl ölüyorsanız, öyle. Üzücü bir durum, tamam, ama bu böyle! Böyle işte!

* Mal sahiplerinin kimisi yumuşak davranıyordu. Çünkü yapmakta oldukları işten nefret ediyorlardı. Bir kısmı da çok öfkeliydi. Çünkü zalim davranmaktan nefret ediyorlardı. Bazısı da soğuktu. İnsanın soğuk olmadıkça mal sahibi olamayacağını çoktan öğrenmişlerdi. Sonuç olarak her biri, kendi boylarından büyük bir kıskaca sıkışmış gibiydiler. Bir kısmı, kendilerini bu işe zorlayan matematikten iğreniyor, bir kısmı korkuyor, bir kısmı da o matematiğe tapıyordu. Düşünceden, duygudan kaçacak bir yol sağlıyor diye.

* Babam ömründe mektup yazmış değildir. Hep söylediği bir söz vardır... bir lafı birine ağzımla söyleyemiyorsam, demek o laf yazılacak kadar önemli değildir, der.

* İnsan işkilli oldu mu, sorulan sorunun nereye varacağını havadan kapar.

*Şunu söyleyebilirsiniz insan için: Kuramlar değişip yıkıldığı zaman, düşünce okulları, felsefe ve inançlar, kimi milliyetçi, kimi dinsel, kimi ekonomik konudaki dar ve karanlık düşünce yolları önce gelişip sonra parçalandığı zaman, insan ileri doğru uzanır, sendeler, acı duyar, bazen de hatalar yapar. Adımını attıktan sonra bazen gerisin geri kayabilir ama, en fazla yarım adım geriye kayar, asla bir adım kaymaz. Kesinlikle inanabilirsiniz buna. Kapkara uçaklardan pazar yerine bombalar yağarken de, tutuklular domuz gibi üst üste tıkıştırılırken de, ezilen gövdeler pis pis akıp toza toprağa karışırken de emin olabilirsiniz bundan. Şu yüzden emin olabilirsiniz: Eğer ileriye o adım atılmamış olsaydı, o sendelemenin acısı insanın içinde hâlâ canlı olmasaydı, bombalar düşmez, gırtlaklar kesilmezdi. Siz asıl bombalayanlar sağ olduğu hâlde bombalamanın kesileceği andan korkun. Çünkü her bomba, ruhun henüz ölmediğinin kanıtıdır. Mülk sahipleri sağken grevler durmuşsa... ondan korkun işte. Çünkü ezilip bastırılan her grev, bir adım atıldığının işaretidir. Şundan emin olabilirsiniz... korkulacak zaman, İnsanʼın bir ülkü uğruna acı çekmeyi ve ölmeyi reddettiği zamandır. Çünkü bu bir tek nitelik İnsanʼın temelidir. Bu bir tek nitelik, evrende benzeri olmayan İnsanʼın ta kendisidir.

* Batı diyarı başlayan değişimden huzursuz. Batı eyaletleri, fırtına öncesinde atlar kadar sinirli. Büyük arazi sahipleri değişikliği seziyor, tedirginleşiyor, ama nasıl bir değişiklik olacağını hiç anlamıyorlar. Büyük mülk sahipleri önlerine ne çıkarsa ona yükleniyor. Hükümet yetkilerinin genişletilmesine, işçi dayanışmasının güçlenmesine, yeni vergilere, yeni planlara... Ama bilmedikleri bir şey var. Bunların hiçbiri sebep değil, hepsi sonuç. Sebep değil sonuç. Sebep değil sonuç. Sebepler çok derinde ve çok basit. Sebepler midedeki açlığın bir milyonla çarpımı. Büyüme sancıları çeken kaslarda ve zihinlerde çalışma isteği, yaratma isteği... ve bunların da bir milyonla çarpımı. Kasların çalışmak, zihinlerin yaratmak için sancı duyması zaten insanoğlunun kesin işlevlerinin en sonuncusu. İnsan demek bu demek. Bir duvar yapmak, bir ev, bir baraj kurmak, ona insan’dan bir şey katmak, o duvardan, evden, barajdan da insan’a bir şey almak. Ağırlık kaldıra kaldıra sert kaslar edinmek, düşüne düşüne net çizgi ve şekiller bulmak. Çünkü insanın bu evrendeki organik olsun, inorganik olsun, başka hiç bir şeye benzememesinin nedeni, yaptığı işin ötesinde gelişmesidir. Kavradığı şeyleri basamak olarak kullanıp yükselir, yapıtlarının çok ilerisine varır.




SİNEMADA "GAZAP ÜZÜMLERİ" 🎬



6 Şubat 2021 Cumartesi

J. D. SALİNGER '' ÇAVDAR TARLASINDA ÇOÇUKLAR '' ''GÖNÜLÇELEN''


#ÇavdarTarlasındaÇocuklar 📖

Modern-klasik bir başyapıt olan Çavdar Tarlasında Çocuklar diğer adıyla Gönülçelen, Jerome David Salinger‘in 1951 yılında yayımladığı, ergenlik çağında olan ve etrafındaki düzene ayak uyduramayan bir gencin başından geçen olayları anlatır. 

Kitabın ana karakteri Holden Caulfield oldukça uyumsuz ve kararsız bir karakterdir, çoğu kişiye ve birçok olaya karşı nefret doludur ve kimseyle kolay kolay anlaşamaz ama samimi içten insanlara karşı yardımseverdir ve zor durumda olanlar için kaygılanıp üzülür hatta içinde acıma duygusu oluşur. Filmlerden, oyunculardan, gittiği okullardan, çevresindeki çoğu insandan ve bu insanların sürekli yapay olmasındansa hiç hoşlanmaz ayrıca büyüklerin düzmece dünyasından da nefret etmektedir.

Olay örgüsü, Holden Caulfield adlı bu öğrencinin derslerindeki başarısızlıklarından dolayı okuldan atılmasıyla başlar. Daha önce de birçok kez aynı durumu yaşadığı için ailesiyle henüz yüzleşmek istemez ve bu nedenle onlara tatil dolayısıyla eve döneceği zamana kadar söylemekten kaçınır ve gizlice bir haftalığına New York’a gelir. Holden kitap boyunca bir yerlerden bir yerlere gider ve sokaklarda sarhoş olup dolanır. Yolda tanıdığı insanların ve önceden tanıdığı kişilerin çoğunu yapmacık ve sahte buluyor ama yalnız kalmaktan korktuğu için herkese tahammül etmeye çalışır.  

Kitabın dili Holden'ın karakteriyle tam bir uyum içerisindedir. Yazar karakterin iç dünyasını ve yaşadıklarını onun gözünden onun dilinden aktarmaktadır. 

Holden, tutunamayan çoğu insan gibi, kendine uygun bir yer bulamaz. Tutunmayı başaran insanların arasında kendine bir yer arar ama hep dışlanır kendini olduğu gibi kabul ettiremez. Ayrıca Holden aslında bu insanların düzeninden hiç hoşlanmamakta yine de onların arasına karışmaya çalışmaktadır. Onun tahammül edemediği en önemli şey ise sahtekarlıktır. Sahtekar olanların ne iş yaptığı, başarılı yahut başarısız olması, güzel ya da çirkin olması onu ilgilendirmiyor o doğrudan doğruya sahtekarlıktan nefret etmekte ve sahtekar insanlara haddini bildirmek ve bunu yüzlerine haykırmak istemektedir. Bunu yapmaya çalıştığı zaman aldığı tepkiler sert olmakta ve giderek çevresinde dışlanmaktadır.

Yazar, düzenin kime sağlıklı kime hasta dediğini gösterir, bireyin düzenin beklediğine cevap vermesini  ve yalnızca ondan beklenilenin yapılması istendiğini aksi halde topluma aykırı davranışların kabullenilmediğini vurgulamaktadır. 



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Hayat, kurallara göre oynanması gereken bir oyundur.

* İnsanlar bazen, bir şeyin tümüyle doğru olduğunu sanırlar. Ben böyle şeyleri pek sallamam, ama birileri bana yaşıma uygun davranmam gerektiğini söylediğinde canım sıkılır. Bazen yaşıma göre daha olgun davrandığım da olur -ciddi söylüyorum- ama buna kimse dikkat etmez. İnsanlar hiçbir şeye dikkat etmiyorlar.

* "Bakın, efendim. Siz benim için üzülmeyin," dedim.

"Sahi söylüyorum. Düzelirim. Yanlızca, bir dönemden geçiyorum. Herkes böyle dönemlerden geçer, değil mi?"

* Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

* Tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan, " Tanıştığımıza memnun oldum," demek beni öldürüyor. Ama, hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvaları söylemek zorundasınız.

* Akademik eğitim sana bir şeyler kazandırıyor. Biraz yol alırsan, zihninin boyutları hakkında bir fikir veriyor sana bu eğitim. Zihninin neye uyup neye uymadığı hakkında. Bir süre sonra da, zihninin yapısına hangi düşüncelerin uygun olduğu hakkında bir fikrin oluyor. Her şeyden önce, sana uymayan, sana yakışmayan düşüncelerle uğraşmaman için olağanüstü bir zaman kazandırıyor bu. Gerçek boyutlarını, gerçek ölçülerini alıp, zihnini ona göre giydirip kuşandırıyorsun.

* Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir. Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.

* Başına bela sarıp düşmeye başlayan birine dibe vardığını anlama şansı verilmez. Düşer, düşer, düşer ama düştüğünü anlayamaz. Tüm düzen, hayatlarının şu ya da bu döneminde çevrelerinin onlara veremediği şeyleri arayan insanlar için kurulmuştur. Veya çevrelerinin onlara sağlayamadığını sandıkları şeyleri arayan insanlar için. Onlar da, aramaktan vazgeçerler.

* Savaştan bu kadar nefret ettiği halde, kalktı bana Silahlara Veda denen kitabı verdi okumam için. Felaket iyi bir kitapmış. Anlamadığım şey de bu, iyi bir herif sanılan o Yüzbaşı Henry adlı herif var o kitapta. Hiç anlamıyorum, bu kadar askerlikten nefret edip de, nasıl hâlâ böyle sahtekâr bir kitabı beğenip, nasıl hâlâ Ring Landner’in kitabını, bir de o çok beğendiği Muhteşem Gatsby'yi sevebiliyor. Bunu söylediğim zaman, fena kızdı bana, daha küçük olduğumu, bunları takdir edebilecek yaşa daha gelmediğimi söyledi, ama ben aynı fikirde değilim. Ring Landner’i ve Muhteşem Gatsby'yi filan beğendiğimi söyledim ona. Beğenmiştim de zaten. Muhteşem Gatsby'yi müthiş beğenmiştim. Bizim Gatsby. Bizim ehlikeyf Gatsby. Bitmiştim o kitaba. Her neyse, atom bombasını keşfettiklerine çok memnunum bir bakıma. Yeni bir savaş olursa, gider bombanın tepesine otururum. Bunun için gönüllü giderim, yemin ediyorum.

* Hiç canına yettiği oldu mu?" dedim. ''Yani, bir şeyler yapmazsan, her şeyin batağa gideceğinden korktuğun oldu mu hiç?

* Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz. Biliyorum, olanaksız bir şey bu, ama yine de pek fena olmazdı.

* Bavullarım için hep rezil sözler ederdi, sözgelimi çok yeniymişler, çok burjuva imişler. Bu lanet şey, onun en sevdiği sözcüktü. Bir yerde okumuş ya da duymuş. Bana ait her şey felaket burjuva idi. Dolmakalemim bile burjuva idi. Kalemi sürekli benden ödünç alırdı, ama kalem yinede burjuva idi.

* Eskiden onu pek akıllı sanırdım, o aptallığımla tabii. Öyle sanmamın nedeni; tiyatro, edebiyat ve bütün bu zırvalıklar üzerine çok şey bilmesiydi. Birisi bu konularda pek çok şey biliyorsa, onun aptal olup olmadığını anlayabilmeniz epey zaman alıyor.

* Benim derdim de bu işte; bir şeyim kaybolunca hiç umursamıyorum; küçükken annem buna çok kızardı. Bazı herifler kaybettikleri bir şeyin peşinde güncelerce koştururlar. Kaybedince üzüleceğim bir şeyim olmadı hiç.

* Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.

* Bir şey yapmadan önce, ne olacağını nereden bilebilirsiniz ki? Yanıtı belli bunun; bilemezsiniz.





 


4 Şubat 2021 Perşembe

İVO ANDRİÇ "DRİNA KÖPRÜSÜ"

 

#DrinaKöprüsü 🔗  #İvoAndric 📚

Yugoslav yazar İvo Andriç'in Nobel ödülü aldığı "Drina Köprüsü" adlı eseri 1945'te yayımlanmıştır. 

Drina Köprüsü” bir romandan ziyade bir tarih kitabı gibi olayları sosyal yönleriyle de ele almıştır. 

Bosna’dan gelen bir devşirme olan Sokullu Mehmet Paşa, doğduğu yere ölümsüz bir eser bırakmak amacıyla 1571’de Mimar Sinan’a “Ağlayan Nehir”  adıyla anılan Drina Nehri üzerinde 11 gözlü bir köprü yaptırtmıştır. Romanda bu köprünün yapım aşamasından 350 yıllık tarihine tanıklık ederek 20. yüzyıl ortasına kadar süren dönemdeki olaylar tarafsız bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır. 

Köprü etrafında yaşayanlar, yaşananlar, tarihi olaylar ve efsaneler anlatılmıştır. 

Müslüman, Musevi ve Hristiyan halkın köprünün yapımıyla değişen hayatları, iç savaş, Osmanlı'nın bölgeden çekilmesi, milliyetçilik akımı, teknolojinin gelişmesi ve insanların bunca degişikliğe verdiği tepkiler yalın bir dille aktarılmıştır. Farklı dinlerde olan bu insanlar yaşadıkları yerde bir kültür ve kader birliği oluşturarak mutluluğu 

ve acıları beraber yaşamakta ve değişimlerden birlikte etkilenmektedirler ve tarihsel süreç içinde bu insanların özel yaşantılarıyla toplumun genel durumu ustaca tarihi köprünün hikayesi etrafında birleştirilip anlatılarak balkan tarihine ışık tutulmuştur.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

*  Birisinin bize acı vermemesi, bizi izlememesi için ona arkamızı çevirmemiz yetmiyordu. Gözlerini de kapasa yalnız onu görebilirdi.

* Hayat önlerinde bir amaç, özgürlüğe kavuşan duyguları için bir hareket alanı, entellektüel meraklarını tatmin edecek bir zemindi. Önlerindeki yol sonsuzluğa kadar açıktı. Bu yolların çoğuna ayak basmasalar bile, nazari de olsa, istedikleri yolu serbestçe seçebilecek ve birinden ötekine geçebileceklerdi. Hayatın baş döndürücü zevki de bundaydı.

* Önemli olan insanın kazandığı zamanı hesap etmek değil, o zamanı nasıl harcadığını bilmektir, diyordu. Eğer bu zaman kötülük yapmaya harcanırsa onu iktisat etmek bin kere hayırlı olur. Gene önemli olan bir insanın çabuk gitmesi değil, nereye gittiğini ve ne yapmaya gittiğini bilmesidir.

* Ama kimi zaman insanın başından öyle karmaşık, öyle acı şeyler geçer ki, onda şeytanın parmağı olduğuna inanmamak güç olur. Çünkü ancak bu biçimde ona bir anlam verilebilir, katlanılabilir bir hale sokulabilir.

* Tabiat kanunlarına göre insanlar daima bütün yeniliklere karşı gelirler. Ama bu uzun sürmez. Çünkü önemli olanı, hayatın biçim değil, hayatın kendisidir. Eski ile yeninin bu çarpışmasından acı duyan kişiler de vardı. Onlar için hayat düzeni, kayıtsız şartsız hayata bağlıydı.

* Gözler görüyor, ağızlar konuşuyor, insan yasamakta devam ediyor, ama hayat, gerçek hayat kalmıyordu.

* Mutsuzluklar da sonsuz değildir.

Bir bakıma mutluluğa benzerler, geçip giderler, daha doğrusu biçim değiştirirler.

* 19. yüzyılın ortalarında, bu yirmi beş yıl içinde, Sarayevo'da iki sefer veba, bir sefer de kolera salgını oldu. Bu gibi hallerde kasabalılar; Hazreti Muhammed'in müminlerine böyle zamanlarda yapmalarını öğütlediği şeyleri yaparlardı.

"Bir yerde hastalık görülünce oraya gitmeyin, çünkü hastalığı alabilirsiniz! Ama, hastalığın olduğu yerde bulunuyorsanız oradan da çıkmayın, çünkü hastalığı başkalarına bulaştırabilirsiniz."

* Kimse değilim, sadece yeryüzünde bir yolcuyum. Şu geçici dünyadan geçmekte olan bir yolcu, güneşin gölgesiyim.

* İdare başında olanlar, idare etmek için zor kullanmaya mecbur olanlar, her zaman ölçülü davranmak zorundadırlar. Eğer, ihtiraslarına kapılarak, ya da düşmanlarınca mecbur edilerek ılımlı davranışların sınırları dışına çıkacak olurlarsa kaygan bir yola sapmış, böylece düşmelerini hazırlamış olurlar.

Oysa zarar görenler ve sömürülenler, zekâlarını ve çılgınlıklarını istedikleri gibi kullanabilirler. Bu, onların sömürenlere karşı kâh sinsice, kâh açıkça kullanabildikleri iki silahtır.

* İktidar isyansız, entrikasız olamazdı, tıpkı zarar ve üzüntü vermeyen bir zenginliğinin olamayışı gibi.

* Hayat anlatılmaz bir mucizedir, boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider.

* Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise, unutmak için en güzel çareydi. Çünkü insan şarkı söylerken daima sevdiği şeyleri düşünür.

* Biz, sıradan insanlar, yanlız bir sefer ölürüz. Ama büyük adamlar iki sefer ölürler. Birinci sefer bu dünyayı bırakıp gittikleri, ikinci sefer de bıraktıkları eserler, yıkılıp kaybolduğu zaman.

* Herkesin hülyası verimli, iradesi de istediklerini gerçekleştirecek kadar güçlü olmaz.

* İnsanların ihtiyaç, düşünce ve isteklerine cevap vermeden, rastgele meydana gelmiş hiçbir yapı yoktur.

Nasıl ki mimarlıkta da motifsiz şekiller ve keyfî çizgiler bulunamaz. Ama, büyük, güzel ve yararlı olan her yapının başlangıcı, hayatı ve içinde yükseldiği toplumla olan ilişkisi birtaktım esrarlı, acıklı ve karmaşık hikayelerin doğmasına sebep olur.

* Drina'nın sol kıyısında doğan Hristiyan çocukları, daha bir haftalık iken köprüyü geçerler. Çünkü vaftiz olmak için onları, sağ kıyıdaki kiliseye götürürler. Hatta, sağ kıyıda oturanlar, yani Müslüman çocukları bile, tıpkı babalarının ve dedelerinin yaptığı gibi, çocuklarının büyük bir bölümünü köprünün üstünden ya da çevresinden geçirirler. Olta ile balık tutarlar, kemerlerinin arasında uçuşan güvercinleri yakalarlar, gözleri ince bir sanatla oyulmuş bu açık renk taşların zarif çizgilerine daha küçük yaştan alışmıştır. Onun bütün oymalarını, oyuklarını ezbere bilirler. Aynı zamanda köprünün kurulduğu çağ üzerine anlatılan bütün hikayeleri, masalları da ezbere bilirler. Bu hikâyeler, hayalle gerçeğin tuhaf bir karışımından doğmuştur. Çocuklar bunları da hayata gözlerini açtıkları günden beri bilirler, sanki doğarken bu bilgilerle doğmuşlar gibi. Tıpkı dualar gibi, ne zaman öğrendiklerini ya da kimden öğrendiklerini hatırlamazlar.

* Drina, daha çok, sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ya da derin uçurumlar içinde akar. Ancak birkaç yerinde kıyıları geniş vadiler halinde açılır, kâh bir kıyısında, kâh her iki kıyısında insanların yaşamasına ve tarıma elverişli bazen düz, bazen dalgalı ama bereketli ovalar meydana getirir.