31 Aralık 2020 Perşembe

MİHAİL LERMONTOV ''ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI''

 


#ZamanımızınBirKahramanı 📖

Mihail Lermontov’un 1840 yılında yayımlanan “Zamanımızın Kahramanı” adlı başyapıtı psikolojik macera romanıdır. Yapıt;  davranışları, duygu ve düşünceleri arasında büyük çelişkiler olan bir neslin psikolojisini en gerçekçi biçimde ve ayrıntılı olarak ortaya koymuştur. 19. yüzyıl Rus edebiyatında hem gerçekçiliğin hem de sosyo-psikolojik roman türünün gelişimine etki etmiştir. Olaylar 19. Yüzyılda emperyalist Rus politikasının ele geçirmek için yerli halkların yıllar süren direnişini bastırmaya çalıştığı bir bölge olan Kafkasya'da geçer. Bir Rus subayı olan roman kahramanı ''Peçorin'' bir kahramandan ziyade bir simgedir, Rus realizminde tüm yönleriyle betimlenen ilk psikolojik portredir. Lermontov, Zamanımızın Bir Kahramanı’nda, kitabın adının çağrışımıyla başlayarak bir portre çizmeye çalışır, bu portre farklı karakterlerin tahlilleri, düşüncelerin, duyguların oluşturduğu çeşitli öykülerle bütünü ortaya çıkarır. Peçorin, çağın tüm kötü özelliklerini içinde barındıran bir karışım gibidir. Kitapta olay ve karakterlerin sadece kendi özel dünyaları değil, tüm çağ yansıtılmıştır. Peçorin, ilk defa detaylı olarak sosyal konum ve psikolojik olarak irdelenmiş karakterdir. 

Peçorin, Lermontov’un zamanının,1840 Rusya’sının bir anti-kahramanıdır, yaşama karşı tutumu tüm değerlerin anlamsızlığının farkında olup her türlü yapıyı, duygu ve düşünceyi ironi ve alayla değerlendiren bir kayıtsızlık biçiminde belirir. Bütün olup bitenler karşısında duygusuz bir kayıtsızlıkla davranır. Var oluş ve ölüm olgusu karşısında bir bireyin hayata sonsuz bir merakla yaklaşıp hem de her türlü değere karşı kayıtsız kalabileceğini aynı anda gösterir. Nihilist ve kadercilik ikilemi arasında kalmış 'gereksiz İnsan' modeli olarak tanımlanan karakter derinliği olmayan duygulara sahiptir, sorumluluk sahibi değildir, hiçbir ilişkisini yürütemez, ne istediğini, kendisini nelerin mutlu edeceğini bilemediği için amaçsızdır, kalıcı bağlar kuramadığı için de sürekli yer değiştirmek ister. Gereksiz İnsan modelini tanımlarken romandaki diğer karakterler, Peçorin’in, kişilik analizini ve psikolojik dünyasını ortaya koymada yardımcı olmuştur. Birbirlerinden farklı ortamlarda yetişmiş, farklı sosyal statüleri temsil eden kadın karakterler arasındaki kişilik benzerliği kaderlerine de ortak edilmiştir. 


Roman iki kısma ayrılır. İlk sayfada bir anlatıcı ve yanında hikayeyi anlatan Maksim Maksimiç yer alıyor. Bu ikilinin sohbetinden yola çıkarak Maksim Maksimiç'in asıl kahraman Grigoriy Aleksandroviç Peçorin ile geçmişte karşılaşmalarını ve onunla olan anıları aktarılır. İlk kısımda Maksim Maksimiç'in Peçorin ile olan anısına değinirken, ikinci kısımda hikaye Peçorin'in günlüğünün yayınlamasıyla okuyucuya sunduğu bölümle günlük formatına dönüşür.




ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsan bir şeyin üstünde çok kafa yorsa, bir de bakar ki hayat uğrunda tasalanmaya değmiyor...

* Ne ünün ne de mutluluğun öğrenmekle ilgisi olmadığını anladım, en mutlu insanlar bilgisiz insanlardır çünkü, ün de bir talih meselesidir, ün kazanmak için becerikli olmak yetiyor.

* İsterse en kötü insanın olsun, bir insanın ruhunun tarihi, bütün bir ulusun tarihinden daha az meraklı, daha az eğitici değildir. Özellikle bu tarih, olgun bir kafanın kendi üzerindeki gözlemlerinin sonucuysa ve yakınlık sağlama tutkusuyla yazılmamışsa. Rousseau'nun "itiraflar" ı bile, yazarı tarafından arkadaşlarına okunmuş olmanın kusurunu taşır.

* Ortalama bir zekası vardır; nükteleri epey güldürücüdür ama çoğu kere yersiz kaçar, üstelik zekası keskin felan da sayılamaz; bir kelimeyle alt edebileceği tek kişi yoktur dünyada; insanları tanımaz, zayıf noktalarından habersizdir çünkü bütün ömrü boyunca yalnız kendisiyle ilgilenmiştir. Amacı bir roman kahramanı olabilmektir. Bu dünyaya göre yaratılmadığına, bu yüzden de hep acı çekmeye mahkum olduğuna başkalarını inandırmaya öylesine çalıştı ki kendisi bile neredeyse inandı söylediklerine.

* Ah kibir! Arşimet'in dünyayı yerinden oynatmada kullanmayı tasarladığı kaldıraçsın sen!

* Hayatın kasırgası içinden birkaç fikirle çıktım ben, duygu aramayın. Uzun süredir kalbimle değil kafamla yaşıyorum zaten. Kendi tutkularımı ve davranışlarımı dikkatle inceliyorum, ilgiyle ama hep dışarıda kalarak. Benliğimde iki kişi barınıyor: Bunlardan biri, kelimenin tam anlamıyla yaşıyor, öbürü ise onu yargılıyor. Birinci, belki de bir saate kadar sizden ve dünyadan ayrılacak, ötekiyse... öteki ne olacak ?..

* Hayata, onu bütün ayrıntılarına kadar kafamda yaşatarak atıldım ve tıpkı önceden okunmuş bir kitabın kötü bir taklidini okur gibi bunaldım, tiksinti duydum.






27 Aralık 2020 Pazar

MAGDA SZABO ''KAPI''

 


#MagdaSzabò 📚 #Kapı 🚪

Çağdaş Macar edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Magda Szabó tarafından kaleme alınan, 2003 yılında Fransa'nın yabancı roman dalında en saygın ödülü olan Femina ödülünü kazanan Kapı; Macaristan'ın yakın tarihiyle birlikte, savaşların ve sonuçlarının oluşturduğu çocukluk ve gençlik travmaları ve yaşamına etkilerini iç içe geçirerek anlatan bir yazar ve ona ev işlerinde yardımcı olan yaşlı hizmetçisiyle aralarındaki çetrefilli ilişkiyi anlatan kitap; yazarın yaşam, ölüm, din, ahlak, edebiyat ve sanat hakkında bildiklerini ve düşündüklerini sorgulamasını sağlayan öz yaşam öyküsü niteliğindedir. Yazar, dış dünyadan ziyade adaleti iç dünyada sağlamayı seçer. Bireysel ahlak değerleri ve toplumsal kurallar arasındaki çizgiyi ve yer yer oluşan çelişkileri aktarır.

İkinci Dünya Savaşı boyunca yazmaya başlayan yazarlar grubunun içinde yer alan Magda Szabó, postmodern bir anlatıyla tarihi, kendi dünyasıyla birlikte açar, tarihin tozlu yollarına içinde adım adım giderken, kendi hayatına bıraktığı izleri ve oluşturduğu hikayeyi de analiz eder.

Gizemli bir kapı ardında saklanan bir hayatın sır perdesinin aralanmasını anlatan eser, mitolojik bir armoniye dönüşür.  Tragedya kahramanlarını andıran yaşlı, güçlü, donanımlı bir kadın ve bir yazar arasında kurulan mesafeli ve çatışmalı ilişki, yazar karakterine bildiklerinin doğruluğunu sorgulama şansı verirken, yaşlı kadın yaşadığı dramatik olayların etkilerinin doğurduğu sonuçların dışına çıkmaktan kaçar ve hayatında yer eden kuralları sabitleyerek şartlandığı düşünceleri asla değiştirmez. Mahallenin dikbaşlı ama yardımsever hizmetkarı Emerenc’in yaşamındaki kapalı kapılar ardı sıra açılırken, yazarın gördüğü karabasanda sürekli yüzleşmek zorunda kaldığı mazinin izlerini, sırrını taşıyan kapı, yazar açısından üstesinden gelinemeyen büyük bir engeldir, ancak gün gelip kırılıveren kapı; yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi ve hayatın ne olursa olsun devem ettiği gerçekliğine açılır; duygusal nedenlerin ihtiyaçlar karşısında arka plana atıldığı hayatta kalanın yüzleşmesi gerektiği gerçekliklere..



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Bu kitabı tanrı için yazmadım, O ruhumun derinliklerini biliyor. Bu kitap, her şeye tanık olan ve ister uyanık, ister uykuda olsun yaşamının her ânını izleyen gölgeler için de yazılmadı. Bu kitap insanlar için yazıldı.

* İnsan, dünyaya çiçek olarak gelsek kimin hangi çiçek olarak doğacağını hissedebiliyor.

* Ne zaman klasiklerden kuşku duyma cüretini göstermişsem her seferinde mahcup olmuşumdur.



19 Aralık 2020 Cumartesi

LEV TOLSTOY " ANNA KARENİNA "

 


#Tolstoy  📚 #AnnaKarenina 📖

1870’li yıllarda Tolstoy tarafından yazılan Anna Karenina, realist bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Rusya’nın sosyolojik yapısını ve yaşayış tarzını irdeleyen Rus Edebiyatı'nın en önemli eserlerinden biridir. Anna Karenina, ilk olarak bölüm bölüm tefrika edilmiş, daha sonra kitap haline getirilmiştir. 

Anna Karenina, özellikle insan karakterinin analizi ve psikolojik tahlilleriyle çok başarılı bir romandır, karakterlerin karmaşık ruh halleri ve toplumla yaşadıkları çetrefilli ilişkileri öne çıkarır. Tolstoy,  portreleri oldukça başarılı bir şekilde tahlil etmiş, romana psikolojik bir boyut kazandırmıştır. 

Tolstoy romanlarında birey ve toplumun hikâyesini, aralarındaki bağı göz önünde bulundurarak ele alır. Aşk, tutku, kıskançlık, sadakat gibi temalarla bezeyerek evlilik müessesine ilişkin geleneksel beklentileri ele alıp, dürüst bir evliliğin sunduğu mutluluğu, yasak aşkın verdiği hayal kırıklıklarını karşılaştırır. Eserin arka fonundaki temel tema; mutlu bir birlikteliğin ne şekilde sağlanacağı düşüncesidir. Tolstoy, Anna Karenina'yı yargılayıp onu dışlayan insanların ikiyüzlülüğünü de ortaya koymaktadır.  

Sevgi ile bağdaşmayan hiçbir birlikteliğin mutlu bir sona ulaşamayacağı, mevki makam ve çıkar ilişkilerine dayalı evliliklerin huzur getirmeyeceği vurgulanmıştır.

Anna Karenina'nın güzelliği ve tutkulu aşkı okuru cezbeden buzdağının görünen yüzüdür, roman; yasak aşk paravanının arkasında devrim öncesi Rus toplumunu işler. Çarlık Rusya’sının üst sınıfına mensup asilzadeler arasında yaşanan birbirinden bağımsız iki aşk macerasını anlatırken Rus toplumunun yaşamlarını ve hayata bakış açılarını çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir. 

Kendisinden yirmi yaş büyük, ahlaki değerleri her şeyin üstünde tutan yüksek dereceden bir devlet memuru olan Aleksis Karenina ile genç yaşında evlenen Anna, Vronski’yle tanıştıktan sonra hayatı değişir, romandaki karakterlerin hayatları da bağlantılı olarak değişir. 

Eser, Lev Tolstoy’un hayat öyküsünden alınmış birçok olay ve kişiler bulunması nedeniyle de otobiyografik özellik te taşımaktadır. Yapıttaki Kostantin Levin karakteri Tolstoy'un kendisinden sunduğu izlerle kurgulanmıştır.

En fazla sinemaya uyarlanan kitaplardan biri olan Anna Karenina bugüne kadar yaklaşık 30 kez beyaz perdeye taşındı. En son Joe Wright’in yönetmenliğini yaptığı başrollerini Keira Knightley, Jude Law, Aaron Taylor-Johnson'un paylaştığı film 28 Aralık 2012 de vizyona girmiştir. Sinema dışında 3 tiyatro oyunu, 3 radyo oyunu, 5 televizyon dizisi, 3 bale, 2 müzikal oyun, 10 opera yapıldı.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.

* Kendisine karşı dürüst bir adamdı. Kendi kendisini kandıramaz ve yaptığından pişman olduğuna inandıramazdı.

* Hayatın bütün bu çok zor ve yanıtsız sorularına verdiği ortak yanıtın dışında bir yanıt yoktu. Bu yanıt şuydu: Günün gerektirdiği şekilde yaşamak, yani unutmak.

* Aşırı olmayan, ancak çoğunluğun desteklediği liberal bir gazete alır ve okurdu. Aslında ne bilim, ne sanat, ne de politika onu ilgilendirmediği halde, bütün bu konularda çoğunluğun ve çoğunluğun gazetesinin izlediği görüşleri katı bir biçimde destekler ve bu görüşleri ancak çoğunluk değiştirdiğinde değiştirirdi ya da daha doğrusu bu görüşleri değiştirmez, bunlar onun kafasında fark etmeden kendiliğinden değişirdi.
Hiçbir eğilimi, görüşü seçmiyordu, tıpkı şapkasının ya da ceketini modelini seçmeyip ayağına getirilenleri aldığı gibi bu eğilim, ve görüşler de ona kendiliğinden geliyorlardı. Oysa genellikle olgun yaşlarda gelişme gösteren bir düşünce etkinliğinin gerekli olduğu belli bir topluluk içinde yaşayan onun gibi birinin görüş sahibi olması, bir şapkasının olması kadar gerekliydi.

* Bizim düşüncemize göre, tehlike sahte devrim yalanından değil, ilerlemeyi frenleyen gelenekçilik ısrarından kaynaklanmaktadır.

* Kimden gelirse gelsin,kime yönelik ve hangi konuda olursa olsun her türden iğneleyici sözün anlamını, kendisine özgü bir düşünme cabukluguyla kavrardi, bu da onu her zaman mutlu ederdi.

* İlk gençlikte bir araya gelmiş arkadaşlar birbirlerini nasıl severse, onlar da kişiliklerinin ve zevklerinin farklı olmasına karşın birbirlerini öyle severdi. Farklı çalışma alanlarını seçmiş insanlar arasında sık sık olduğu gibi, onların da her biri, diğerinin çalışmasını üzerinde uzun uzun düşünerek zihninde haklı görse bile, içinde ruhunda bu çalışmayı küçümsüyordu. Kendi sürdürdüğü yaşam her birine göre tek gerçek yaşam, arkadaşınınki ise sadece hayal, bir görüntüydü.

* İnsanın faaliyetinde ruhsal ve fiziksel olaylar arasında bir sınır var mıdır, varsa nerededir?

* Senin önünde bir gelecek var, bense şimdiki zamanı yaşıyorum, o da şöyle böyle.

* Yaşamımı iğrenerek okurken tir tir titriyor, lanetler okuyorum ve acıyla sızlanıyorum...

* Grimm'in bir masalı vardır:gölgesiz adam ya da gölgesi olmayan adam. Bir nedenden ötürü ona verilmiş bir cezaymış bu. Cezanın ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Ama bir kadın için gölgesiz olmak hoş bir şey olmamalı.

* Hiç kimse durumundan hoşnut değil, ama herkes aklından hoşnut

* Hayatın kendisiyle her karşılaştığında ondan kaçmıştı. Şimdi uçurumun üstündeki bir köprüden sakin sakin geçerken birden köprünün kaldırılmış olduğunu ve orada bir girdap bulunduğunu gören bir adamın hissettiğine benzer bir duygu içindeydi. Girdap gerçek hayat, köprü ise kendisinin yaşadığı yapay hayattı.

* Kendisini hiçbir şey geçirmeyen bir yalan zırhı giymiş gibi hissediyordu. Görünmez bir gücün ona yardım ettiğini, ona destek olduğunu hissediyordu.

* Kıskançlığın insanı aşağılayan ve küçük düşüren bir duygu olduğunu kabul ederim ve hiçbir zaman bu duyguya kendimi kaptırmam; fakat ceza görmeden çiğnenmesi mümkün olmayan malum terbiye kuralları vardır.

* Ruhumuzu kurcaladığımızda sıklıkla orada fark edilmeden yatan bir şey bulup çıkarırız.

* Bir matematikçi, zevk, gerçeği ortaya çıkarmak değil, onu aramaktadır, demiş.

* Pusulasına bakıp, hızla ilerlediği yönün gitmesi gereken yönden çok farklı olduğunu, geçen her dakikanın onu asıl izlemesi gereken yönden daha çok uzaklaştırdığını ve doğru yoldan ayrıldığını kabul etmenin, ölümü kabul etmekten farksız olduğunu gören bir denizcinin hissettigine benzer bir duygu uyandırıyordu.

* Ben, kendisine yiyecek verilen aç bir insan gibiyim. Üşüyordur, giysileri yırtık pırtıktır, utanıyordur belki, ama mutsuz değildir. Ben mutsuz muyum? Hayır, işte benim mutluluğum...

* Yalnızca yükselme hırsı, yalnızca başarı kazanma isteği. İşte onun ruhunda sadece bunlar var. Yüksek düşünceler, eğitim aşkı, din ise yalnızca başarı kazanmak için birer araç.

* Çirkin yumruk dövüşü yada İspanyanın boğa güreşleri barbarlık belirtisidir. Ancak uzmanlaşmış spor, gelişmenin işaretidir.

* Bütün eylemlerimizin motorunun yine de kişisel mutluluğumuz olduğunu düşünüyorum.

* Temeli kişisel çıkardan almıyorsa, hiçbir çalışma sağlam olamaz. Bu, genel bir gerçektir, felsefi bir gerçektir.

* Yüzyıllardır felsefenin başlıca görevi, kişisel çıkarla toplum çıkarı arasında var olan zorunlu ilişkiyi bulmaktır.

* Sadece ve sadece kurumlarındaki önemli şeyleri sezebilen, bunlara değer veren ulusların geleceği vardır ve ancak bu uluslardan tarihsel ulus olarak söz edilebilir.

* * Kadın, bağımsız ve eğitimli olma hakkını istiyor. Bunun olanaksızlığıyla rahatsız oluyor, eziliyor.

* Görevler haklara bağlıdır: Güç, para, şeref. Kadınlar işte bunları arıyorlar.

* Kadın eğitim eksikliği yüzünden haklarından yoksundur, eğitim eksikliği ise hakların yoksunluğundan kaynaklanmaktadır. Unutmamak gerekir, kadınların köleleştirilmesi o kadar büyük ve eski bir konudur ki, onları bizlerden (erkeklerden) ayıran uçurumu genellikle anlamak istemeyiz.

* Dillerin biçimlerini inceleme süreci manevi gelişmeyi özellikle olumlu etkiliyor. Ayrıca klasik yazarların etkisinin en yüksek derecede ahlaki bir etki olduğunu yadsımak olanaksızdır, oysa günümüzün yarasını oluşturan zararlı ve yalanlarla dolu öğretiler ne yazık ki doğa bilimleri eğitimiyle birleşiyor.

* Ölümü düşündüğün zaman hayatın güzellikleri azalır, ama daha sakin olursun.

* Düşüncelerime ve çalışmalarıma müthiş değer veriyorum, ama aslında sen bunu, tüm dünyamızın ufacık bir gezegenin üzerine yapışmış küçük bir küf tanesinden başka bir şey olmadığı şeklinde düşün. Biz ise düşünceler, işler gibi çok yüce bir şeyimiz olabileceğini düşünüyoruz. Birer kum tanesi bunların hepsi.

* Her şeyde sadece ölümü ya da ölümün yakınlığını görüyordu. Yalnızca giriştiği iş onu meşgul ediyordu. Ölüm gelmediği sürece hayatı bir şekilde yaşamak gerekiyordu. Onun için her şeyi bir karanlık kaplamıştı; fakat tam da bu karanlık sayesinde, karanlıkta ona tek yol gösteren kılavuzun yaptığı iş olduğunu hissediyordu ve gücünün son damlalarını kullanarak işine sarılıyor, tutunuyordu.

* Sen hiçbir şeyi düzenlemek istemiyorsun; sen sadece hayatın boyunca yaptığın gibi ayrıksı davranmak istiyorsun.

* “Sen başkasına ait bir düşünceyi alıp, bu düşüncenin gücünü oluşturan her şeyi ondan ayırmışsın ve bunun yeni bir şey olduğuna inandırmak istiyorsun.”

* Tek yaptığın başkasına ait bir düşünceyi almak, ama onu bozmak olmuş. Bu düşünceyi uygulanamayacak yerlere uygulamak istiyorsun.

* Tam nasıl yaşayacağı meselesi birazcık açıklık kazanmışken karşısına çözümü olanaksız yeni bir mesele çıkmıştı: Ölüm.

* Her şeyin kaçınılmaz sonu olan ölüm ilk kez karşı konulmaz bir şekilde gözünde canlanıyordu. Burada, yarı uyur yarı uyanık inleyen ve alışkanlıkla hangisi olduğunu umursamadan kâh şeytana seslenen sevgili ağabeyinde ölüm, ona hiç de eskiden göründüğü kadar uzak değildi. Ölüm kendisinin de içindeydi, bunu hissediyordu. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa otuz yıl sonra, hepsi bir değil miydi? hiçbir zaman düşünmemiş olmanın ötesinde bunu düşünemiyor ve düşünmeye cesaret edemiyordu.
''Çalışıyorum, bir şeyler yapmak istiyorum, ama her şeyin biteceğini, ölümü aklımdan çıkartmıştım.''
Karanlıkta büzülüp dizlerine sarılarak yatağın üstünde oturmuş, düşüncelerinin gerginliği yüzünden soluğunu tutarak düşünüyordu. Zihni çalıştıkça bunun kesinlikle böyle olduğunu, gerçekten de ölümü unuttuğunu, hayatta ufacık bir ayrıntıyı, ölümün geleceğini ve her şeyin böylece sona ereceğini, bir işe girişmeye hiç değmeyeceğini ve bunun hiç çaresi olmadığını gözden kaçırdığını daha çok anlıyordu sadece. Evet korkunç bir şeydi, ama öyleydi.
“Ama henüz hayattayım. Peki şimdi ne yapmalıyım, ne yapmalı?” diyordu

* Düşünceleri çok çeşitliydi, ama bütün düşüncelerin sonu aynıydı: Ölüm.

* Doğru bir düşüncenin verimli sonuçlar vermemesi olanaksızdır.

* Yoksulluğun yerini genel bir zenginlik ve bolluk, düşmanlığın yerini uzlaşma ve çıkar birliği almalı. Tek kelimeyle kansız bir devrim, ama çok büyük bir devrim.

* Düşüncesinin götürdüğü yer hiç umrumda değildi; onun için tek gerekli olan düşünme süreciydi. Ve düşünme süreci onu bir çıkmaz sokağa soktuğu zaman hoşuna gitmiyordu.

* Bütün kendine özgü ve köşesine çekilip tek başına düşünen insanlar gibi başkasının düşüncesini anlamakta zorluk çekiyordu,özellikle kendi düşüncesi konusunda taraflı davranıyordu.

* Hiçbir zaman bağımsız olmasa da gayet tutarlı düşünceleriyle kendi yolunda yürüyüp giden, son derece belirli ve kesin bir doğrultu izleyen yaşamı ise düşüncelerinden bağımsız olarak ve hemen hemen her zaman düşüncelerine ters düşecek şekilde ilerleyen şaşırtıcı insanlardan biriydi.

* Kayığının su aldığını görüyordu, ama suyun girdiği yeri bulmuyor, belki de kendisini kandırarak aramıyordu.

* Doğuştan maddi bağımsızlıkları, adları sanları bulunmadığı ve bizim doğduğumuz güneşe yakın olmadıkları için parayla da güzel sözlerle de satın alınmaları mümkündür. Tutunmaları için kendilerine bir yön bulmaları gerekir. Onlar kendilerinin de inanmadığı, kötülük doğuran bir düşünceyi sürdürür; ve bütün bu yönelim, sadece devlet malı bir ev ve bilmem ne kadar maaş alma aracıdır. Onların kartlarına baktığın zaman görürsün ki, her şey o kadar zekice değildir. Belki de ben onlardan daha kötü, daha aptalım. Gerçi neden onlardan daha kötü olmam gerektiğini bilemiyorum ya. Ama benim ve senin galiba önemli bir üstünlüğümüz var: Bizim satın alınmamız daha zor. Ve bu tip insanlar her zamankinden daha gerekli.

* Komünist diye bir şey yok. Ama düzenbaz insanların her zaman zararlı, tehlikeli bir parti uydurmaları gerekir. Eski bir oyundur bu. Hayır, senin ve benim gibi bağımsız insanların oluşturacakları bir iktidar partisi gereklidir.

* Her şeyi yapabilecek, ama hiçbir şey istemeyen bir insanın bu bağımsız konumunun artık silinmeye yüz tuttuğunu, pek çok kişinin onun dürüst ve iyi bir genç olmak dışında hiçbir şey yapamadığını düşünmeye başladığını hissediyordu.

* Çevresini saran koşulların karmaşıklığını en küçük ayrıntılarına dek bilen insan, ister istemez bu koşulların karmaşıklığının ve bunlara açıklık getirme zorluğunun sadece kendisinin kişisel, rastlantısal bir özelliği olduğunu sanır ve başkalarının da tıpkı kendisi gibi karmaşık kişisel sorunlarla kuşatılmış olduğunu hiç aklına getirmez.

* İnsanın sıkılmaması için sıkılacağını aklına getirmemesi gerekir. Bu tıpkı uykusuzluktan korksan bile uykuya dalamayacağından korkmana gerek olmaması gibi bir şeydir.

* Aynı şeye hem trajik açıdan bakmak ve ondan bir ıstırap çıkartmak, hem de basit, hatta neşeli açıdan bakmak mümkün.

* Yorulan gözlerin bazen nesneleri çift gördüğü gibi, ruhundaki her şeyin çiftleşmeye başladığını hissediyordu. Bazen neden korktuğunu, ne istediğini bilmiyordu. Olanlardan ya da olacaklardan korkuyor mu, bunları istiyor mu, tam olarak ne istiyor, bilmiyordu.

* Uzun zamandır ağrıyan dişini çektirmiş bir adamın duygularını hissediyordu. Hasta, çektiği korkunç ağrıdan ve kafasından daha büyük bir şeyin çenesinden çıkartıldığını hissettikten sonra yaşadığı mutluluğa hâlâ inanamayarak, hayatını bunca zamandır zehir etmiş ve bütün dikkatini üzerine toplamış olan şeyin birdenbire artık var olmadığını, yeniden yaşayabileceğini, düşünebileceğini ve ilgilendiği tek şeyin diş ağrısı olmayacağını hisseder.

* Tanrı günü vermiş, gücü de vermişti. Gün de, güç de çalışmaya verilmiş, ödülü de yine çalışmadaydı. Ama çalışma kimin içindi? Çalışmanın meyveleri nasıl olacaktı?

* Bana nasıl acı çektirdiğini bilseydiniz! Bu, çocuğunuzun ölmesi ve birilerinin size gelip, işte şöyle olsaydı, böyle olsaydı, yaşayabilseydi, siz de ona sevinirdiniz demeleri gibi bir şey. Oysa o öldü, öldü, öldü...

* Seçimi kendi yapan ve özgür olan siz erkekler kimi sevdiğinizi her zaman açıkça bilirsiniz. Ama kadınca, genç kızlara özgü bir utanç içinde bekleme durumunda olan, siz erkekleri uzaktan gören, her şeyi söylenen sözlerden çıkaran bir kızın ne söyleyeceğini bilmemek gibi bir duygusu olabilir.

* Yapmacıklık, ne şekilde olursa olsun en akıllı, en sağgörülü adamı bile kandırabilir; ama yapmacıklık ne kadar büyük bir ustalıkla gizlenirse gizlensin en kıt anlayışlı çocuk bile onu anlar ve tiksinir.

* Sen genellikle Fransızların dedikleri gibi son derece primesautiére'sin*, tutkulu, enerjik bir çalışma istiyorsun ya da hiç istemiyorsun.
(aklına geleni yapan, ani karar veren, aceleci.)

* Tıbbı yeni bir terimle zenginleştirmek istiyorum: Arbeitscur*.
(İşle tedavi. (Alm.))

* Sadece ve sadece kurumlarındaki önemli şeyleri sezebilen, bunlara değer veren ulusların geleceği vardır ve ancak bu uluslardan tarihsel ulus olarak söz edilebilir.

* Yüzyıllardır felsefenin başlıca görevi, kişisel çıkarla toplum çıkarı arasında var olan zorunlu ilişkiyi bulmaktır.

* Temeli kişisel çıkardan almıyorsa, hiçbir çalışma sağlam olamaz. Bu, genel bir gerçektir, felsefi bir gerçektir.


📌 Kronolojik Sıralayla Tolstoy Okuma Rehberi 📖
* Çocukluk, Gençlik, İlkgençlik (İletişim Yayınları) (1852 - 1857)
* Öyküler (İletişim Yayınları) (1856 - 1906)
* Sivastopol (İş Bankası Kültür Yayınları) (1855 - 1856)
* Aile Mutluluğu (İletişim Yayınları) (1859)
* Kazaklar (İş Bankası Kültür Yayınları) (1863)
* Savaş ve Barış (İş Bankası Kültür Yayınları) (1869)
* Kafkas Tutsağı (İş Bankası Kültür Yayınları) (1872)
* Anna Karenina (İş Bankası Kültür Yayınları) (1877)
* İtiraflarım (Antik Yayınları) (1880)
* İnsan Neyle Yaşar? (İş Bankası Kültür Yayınları) (1885)
* İvan İlyiç'in Ölümü (Can Yayınları) (1886)
* Kreutzer Sonat (İş Bankası Kültür Yayınları) (1889)
* Efendi ile Uşağı (İş Bankası Kültür Yayınları) (1895)
* Sanat Nedir? (İş Bankası Kültür Yayınları) (1897)
* Diriliş (İş Bankası Kültür Yayınları) (1899)
* Hacı Murat (Can Yayınları) (1912 - 1917)

* Henri Troyat "Tolstoy Biyografisi" (İletişim Yayınları)


















17 Aralık 2020 Perşembe

FRANZ KAFKA " DÖNÜŞÜM "


#Kafka 📚

Franz Kafka’nın 1915’te yayınlanan 'Dönüşüm' adlı kitabının kurgusu, bir adamın ansızın kendini böcek olarak bulması üzerine kuruludur. Dönüşüm, vurucu ve net bir girişle başlar. İnsandan böceğe dönüşüm! Kafka bu dönüşümü somut bir olaydan ziyade soyut, felsefi bir olgu olarak işlemiştir. İnsanın kendini böcek gibi hissettiği zamanları yazar, hem dönüşümü yaşayan hem de bu dönüşümden mustarip olan etrafındakilerin, bu dönüşümün hayatlarına etkilerini ve bu böcekten uzak durma nedenlerini aktarmıştır.

Kafka, insanların kendinden farklı olan ve normal olmayanlara karşı hislerini ve düşüncelerini, Gregory Samsa'nın ailesinin kendisine olan tavırlarının dönüşüm sonrası değişimini sanatsal bir edebi dille mükemmel işlemiştir. İnsanları kırmamak için kendinden çok fazla taviz veren bireyin trajik sonu ele alınmıştır.
Kafka çekirdek aile içindeki yozlaşmaları, bencillikleri, akrabanın birbirinin sırtına yük oluşunu ve toplumun dayattığı normları kabullenmeyen bireyin tragedyasını okuyucuyu sarsarak aktarır. Olağan düzenin bozulması, beklenen sorumlulukların yerine getirilmemesi en yakından tüm çevreye kadar dışlanmaya yol açması psikolojik analizlerle aktarılmıştır. 
Kitap iktidar, kapitalizm ve yabancılaşma üzerinde durmuştur. Birey için iktidar önce kendi evinde başlar; her ne kadar samimi olduğu düşünülen akrabalık ilişkisi biçimi olsa da aile bireyin her türlü güç karşısında, tüm yaşamında nasıl bir pozisyon alacağını gösterir. Bunu sevgi, korku gibi duyguları da etkileyerek davranışları belirleyerek yapar; kimini ezik içine kapanık, kimini ukala laubali, kimisini özgüvenli, kimisini temkinli alarak şekillendirir bu özellikler toplumun kabul ettiği başarı ve başarısızlık olarak yorumlanan niteliklere yol açar. İktidar bizi okulda öğretmen, işte amir, evlilikte eş olarak hep etki altına alır, her an her yanımızdan hayatın her alanında ve her zaman kuşatma altına alır; bedenimize, zihnimize, dilimize, dinimize, aklımıza, fikrimize, zikrimize, ruhumuza kadar hakim olmak ister, bizi boğup nefessiz bırakacak boyuta çıkar, bunu fark ettiğimiz zaman kendimizi bir böcek gibi değersiz hissettirir. İktidar bizden, biz de artık kendimizden tiksinir oluruz. Bu bağlamda bir parazit, sonrasında herkesin hayatından çekip gitmesi, ezilmesi gereken bir böcek durumuna düşülür.



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Gregor Samsa bir sabah tedirgin rüyalardan uyandığında, kendini yatağında azman bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.

* Biraz daha uyusam ve bütün bu delilikleri unutsam

* ... burada kurtarıcı bir şeyi hatırlıyordu anlaşılan, eskiden pencereden bakmak onun için bu anlama geliyordu.

* Dünyanın yoksul insanlardan beklediğini sonuna kadar yerine getiriyordu onlar

* Müzik onu bu denli etkilediğine göre bir hayvan olabilir miydi?






14 Aralık 2020 Pazartesi

ALBERT CAMUS "YABANCI"

 



#AlbertCamus 📚

Yabancı romanı, Albert Camus’nün 1942’de yayınlanan ilk yapıtıdır. Yazar, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür.Modern insanın modern zamandaki buhranlı dönemindeki kimlik kaybı ve yabancılaşması, modernist roman olan "Yabancı"da tüm boyutlarıyla aktarılır.

İnsanın dünya üzerindeki varoluşunun gerçekte özel bir anlamı olmadığını ve bu durumun da saçmalık "absürd" olduğunu ifade eden romanda, baş kahraman Meursault'nün hayatı anlamlandıramayışından kaynaklı kimlik problemi dikkat çeker. Bireyi yalnızlığa iten kimlik problemi, sosyolojik olarak bireyi topluma da ötekileştirir. Bireyin inançsızlık durumu da sorunlara ve sorulara dini alternatifli cevap bulmasına ket vurmasıyla, metafizik boyutta bireyi buhrana sürükler ve toplumsal değerlerden iyice kopmasına neden olur. Kimliksizleşen bireylerin kendine ve topluma yabancılaşmasının temelinde hayatı absürdizm felsefesi yatar. Metafizik buhran, ontolojik anlamsızlık ve kimlik bunalımı, hayata ve ölüme kayıtsız kalma durumu, Meursault’yü psiko-sosyal boyutta yabancılaştırır. Kişi yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Varoluşçuluğun önemli bir kavramı olan absürdizmin etrafında şekillenen eserde, kişilerin kendine, topluma, çevreye, hayata, varoluşa nasıl yabancılaştığı, ölüme kayıtsızlığı eserde adı verilmeyen sadece soyadı belirtilen ana karakter Meursault aracılığıyla aktarılır. 


Ketum bir karakter olan Meursault, çevresinden izole yaşamından, tercihli yalnızlığından memnundur. Kimseye ihtiyaç duymayan karakter annesinin öldüğünde bile inanılmaz bir soğukkanlılıkla hayatına yön verir. İşlediği cinayet sonrası hapiste kaldığı süre, mahkeme anı ve idam kararının çıkmasında da kayıtsızlık devam eder.  

Roman kahramanının annesinin ölmesiyle başlayan kitap, olaydan çok durumu aktarır. Annesinin cenazesinde baş karakterin tepkisizliği herkesi şaşkına çevirir. Annesinin ölümünden bir gün sonra Marie adında bir sevgili bulur ve onunla keyifli zamanlar geçirir. Sık sık ahbapları ve Marie ile denize inerler.

Bir gün sahilde gezerken komşusunun belalısı Araplar ile karşılaşılmış ve kavga etmişlerdir. Olay dinmiş gibi gözükmektedir fakat Meursault hava sıcak olduğu için gölge bir yer ararken tekrar karşılaştığı Arap’la aralarında bir hengâme yaşanır ve onu öldürür. Daha sonra tevkif edilen Mersault kendine bir avukat bile tutmamıştır. Mahkeme tarafından kendisine tutulan avukat özel hayatıyla ilgili bilgiler edinmeye çalışır ve sanığın annesinin cenazesiyle ilgili tavırları karşısında şaşkınlığa düşer. İşlediği suçtan pişmanlık duyar ve bu yaşanan talihsizlikler neticesiyle üzgün gözükürse cezasının hafifleyeceğini belirtir ancak ne yaşam ne ölüm hiçbiri umurunda olmayan Meursault tepkisizliğiyle insanları öfkelendirir ve bu tutumu idam cezasına sebep olur. Yargıc, Mersault'nun idamına, cinayet suçundan ziyade, sanığın kayıtsızlığı ve duygusuzluğu yüzünden karar verir. Olayı değil, karakterin kendisini sorgular. Mersault içinse ölüm bir anlam ifade etmemektedir. Kitapta belirtildiği üzere herkes aynı şekilde suçlu bir o kadar da suçsuzdur.






ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Ve ben de, kendimi her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissettim. Sanki bu büyük öfke içimdeki kötülükleri söküp atmış, ümitleri boşaltmış gibi, birtakım işaretler ve yıldızlarla dolu bu gecenin karşısında, içimi ilk defa olarak dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum.

* Geçirmiş olduğum bu saçma, boş yaşam boyunca geleceğimin derinliklerinden ve henüz gelmemiş yılların arasından karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor; bu soluk, geçtiği yerde, yaşadığım yollardan daha gerçek olmayan o gelecek yıllar için vaadedilen bütün şeyleri aynı hizaya getiriyordu. Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi neme gerekti benim? Onun tanrısından, seçilen kaderlerden bana neydi? Çünkü benim kendimi de, onun gibi benim kardeşim olduklarını söyleyen milyarlarca imtiyazlıyı da bir tek kader seçecekti. Anlıyor muydu bunu anlayabiliyor muydu acaba? Herkes imtiyazlıydı. Bu dünyada imtiyazlılardan başka kimse yoktu.

* Beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan belki emin değildim ama, beni ilgilendirmeyenin ne olduğundan emindim. Ve tam da onun bana bahsettiği şey, beni ilgilendirmiyordu.

* Annem hep insanın tam anlamıyla mutsuz olamayacağını söylerdi. Gökyüzü renklenip de yeni bir gün hücreme sızdığı zaman, ona hak veriyordum.

* İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.

* Gazeteler sık sık,topluma olan bir borçtan bahsediyorlardı. Onlara göre bu borcu ödemek lazımdı. Fakat bu, hayal gücüne hitap eden bir şey değil. Asıl önemli olan bir kaçma imkanı değişmez ve şaşmaz bir gidişatın dışına atlayış umudun bütün şanslarını taşıyan delice bir koşuştu. Tabii umut, koşup girerken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.

* Bu adam beyler, bu adam zeki. onu dinlediniz, değil mi? ne cevap vereceğini biliyor. kelimelerin değerini biliyor. onun için, ne yaptığını bilmeden hareket ettiğini söylenemez.

* Sevdiğim bir şehrin ve günün bir saatinin bütün alışılmış gürültülerini birer birer tekrar bulur gibi oldum, günün o saatinde bazen kendimi memnun hissettiğim de olurdu. Artık sakinleşmiş olan havada gazete satıcılarının bağrışlarını, şehrin yukarısındaki dönemeçlerde tramvayların çıkardıkları iniltiyi ve gecenin karanlığı limanın üzerine çökmeden önce gökyüzünden gelen bu gürültüleri; bir körün gözü kapalı takip ettiği bütün bu şeyleri birer birer gözlerimin önünde canlandırıyordum. Evet, çok zaman önce kendimi memnun hissettiğim saatti bu. O zaman beni bekleyen şey, rahat ve rüyasız bir uykudan ibaretti. Fakat ne de olsa değişmiş bir şeyler vardı, çünkü yarını beklerken, kendimi yine hücremde buldum. Sanki yaz göklerinde uzayıp giden aşina yollar, insanı masum uykulara olduğu kadar, hapishanelere de götürebilirmiş gibi.

* Günlerin nasıl hem uzun hem bu kadar kısa olabildiğini anlamamıştım. Bu günlerin yaşaması uzun sürüyordu şüphesiz, ama bunlar o kadar genişleyip yayılmışlardı ki, sonunda birbirlerinin içine taşıp yayınlıyorladı. Benim için sadece dün ya da yarın sözcüklerinin bir anlamı vardı.

* Ben yarım yamalak dinlediğim bir adamı başımdan savmak istedim mi, ona hak veriyormuş gibi yaparım; bu kez de öyle yaptım. Onun muzaffer bir tavır takındığını hayretle gördüm.

* Her insanın, hatta ondan yüz çevirenlerin bile Tanrı'ya inandığını söyledi bana. O böyle inanıyordu, bundan bir an bile şüphe etse hayatının anlamı kalmayacaktı.

* Asıl hastalığı ihtiyarlıktı, ihtiyarlık da iyileşmezdi.

* Hayatımda bir değişiklik yapmanın ilgimi çekip çekmediğini sordu. Ben de, insanın hiçbir zaman hayatını değiştirmediğini, her hayatın birbirine benzediğini, buradaki hayatımdan şikayetçi olmadığımı söyledim. Pek memnun olmuş görünmedi, hep yarım ağız konuştuğumu, hiç hırslı olmadığımı ve iş hayatımda bunun fena bir şey olduğunu söyledi. Ben de yine işimin başına döndüm. Onu kırmak istemezdim ama yaşantımı değiştirmek için de bir sebep göremiyordum. Henüz öğrenciyken bu tür hırslarım vardı. Ama öğrenimi yarıda bırakmak durumunda kaldıktan sonra bütün bunların gerçek anlamda önemi olmadığını çabucak anladım.'



12 Aralık 2020 Cumartesi

OĞUZ ATAY "TEHLİKELİ OYUNLAR"

 


#OğuzAtay 📚

Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"dan sonra yazdığı ikinci romanı olan Tehlikeli Oyunlar,  1973 yılında yayımlanmıştır. Tehlikeli Oyunlar yine bir tutunamayan olan Hikmet Benol'un hikâyesini anlatır.

Tehlikeli Oyunlar, kitabın baş kahramanı olan Hikmet Benol hayatla baş etme yöntemi olarak oyunları seçen bir karakterdir. Kendi geçmişini değiştirmeye çalışan haliyle bugününü de farklılaşmak için uğraşan bir adamın hikayesi; oyun içinde oyun yazma tekniği ile yazılmıştır. Post-modernist edebiyatın temsilcilerinden olan Oğuz Atay bu romanında zaman, mekân ve olay örgüsünü önemsemez, sürrealist etkiler yoğundur, gerçek, düş ve düşler arasında sıçramalar, bilinç akışı teknigiyle kaleme alınmıştır.

Hikmet Benol karakterinin iç çatışmalarına ve sancılı kimliğine dayanan roman İronik bir dille yazılmış kara mizah türündedir. Kitap, Oğuz Atay'ın kendi hayatından da izler taşımasıyla otobiyografik özellik de taşır.

Hikmet Benol, iki kadın arasında; "sevgisiz" Sevgi ve "bilgisiz" Bilge arasında süregelen aşk ikileminde kalıyor ve topluma karşı yabancılaştıkça iç dünyasına çekilip hayali kahramanlarla kurmaca bir dünya oluşturuyor. Toplumdaki sorunlardan kaçtıkça etrafındaki insanlara karşı  "yıkılmasını istediği" bir duvar örüyor. 

Oğuz Atay eserinde gerçekle düşün arasındaki ilişkiyi sorgulamak için anlatının kurmaca olduğuna dikkat çeken üst kurmaca tekniğini ustaca kullanıyor. Hikmet Benol, her şeyi hem alaya alıyormuş gibi görünen hem dünyanın tüm dertlerini derinden hisseden, hem her şeyi küçümseyen hem her şeyin altında ezilen bir karakterdir. Doğunun gelenekleriyle batının gelişmişliği arasında sıkışmış, buna kökten çareler üretmeye çalıştıkça, karışıklık içinde bocalayarak, zihnen ve bedenen yorgun düşmüştür.

Bir taraftan toplumdan bunalıp kendine sığınmış ama sığındığı kendisine bile yabancılaşmış ve birilerinin; özellikle geçmişindeki birilerinin; gelip onu bu yalnızlık ve yabancılıktan kurtarmasını arzulamıştır.

Kendisi ve çevresiyle savaşan ve sürekli çatışan, kendisinden ve çevresinden hiç memnun olmayan, kendisini ve çevresini sürekli eksik gören bir karakter olan Hikmet Benol, ne yapsa yapsın, ne kendisine ne de topluma yaranamıyor ve etrafındaki hiç kimse de kendisine yaranamıyor. 

Karakterini 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. ... Hikmet olarak bölen Hikmet Benol her olayın ve durumun suçlusunu bu parçalarla örneklendiriyor. Kendisiyle sürekli kavga durumunda olan bu adam rüyalarıyla da olayları şekillendiriyor. Hikmet Benol gerçek dünyadan o kadar bunalıyor, o kadar sıkılıyor ki kafasında kurduğu emekli bir albay karakteriyle bir olup birlikte oyunlar yazmaya başlıyor ve bir süre sonra da bu oyunlara kendini kaptırıyor. Zamanla, gerçekle yazdıkları oyunları birbirine karıştırmaya başlıyor. 

Hikmet Benol karakterine oyunlarda yazdığı kurmaca dünya daha gerçekçi geliyor ve kendini buna inandırarak yaşamaya devam ediyor. Karakterler, yaşamlar, düşünceler, duygular, hisler ve hissizlik arasında savruluyor. 

Hikmet Benol, oynadığı oyunları hem beğenir hem beğenmez, bu oyunları uygulamak ister fakat çevresini buna uygun görmez ve çevresindekilerden de memnun değildir. Ama aynı zamanda aynı çevre tarafından çok sevilmek ve takdir edilmek ister. 

Aşk ilişkilerinde de tutarsız bir tarafı vardır Hikmet Benol'un. Hem kadınlar tarafından sevilip, beğenilip, anlaşılmak isteyen hem kadınlarla sadece cinsel açlığını giderip onlardan uzaklaşmak isteyen çetrefilli bir karakterdir Hikmet Benol. Tutunamayanlar'ın Selim'inin akıbeti Tehlikeli Oyunlar'ın Hikmet'ini de bulur.



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsan nasıl kaybolabilir? Kimseye görünmeden bir yerden çıkıp gitsem. Bir köşede ölüp kalsam sonra da. Birbirinize sarılıp ağlaşırsınız..

* Demek sen de bu işkenceye katılıyordun. Sözde, okumuş bir kız olacaksın.Bu sözleri unutamam artık; bütün geleceğimi kararttın. Oysa, kitaplardan söz ederken sesin ne kadar da farklıydı.

* Uzakta, taşradaki evime dönünce, bu rutubet kokusunu özlüyorum bir bakıma; denizi özlemek gibi, denizi hatırlamak gibi...

* Her şey düşündüğüm gibi çıktı: Uyanan arkadaşım da, çay bardağına uzanırken, kadın özlemi dolu gözlerle baktı bana. (Ne yapalım? Kadınlarla birlikte yürütemedik hayallerimizi.)

* Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı; kurduğum hayaller, bir bekâr odasının dağınıklığına boğuldu. Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belirli noktalara biriken eşya, odanın çıplaklığını daha çok ortaya çıkardı.

* Duvarlara resimler asmalıyım. İnsanlarımız bir evi döşemesini henüz bilemiyorlar. Soğuk ve bulutlu sabahlarda ya da aysız, tam karanlık gecelerde, yalnız ve ne istediğini bilmeden sokaklarda dolaşırken gözüne takılan perdeleri açık pencereleri düşündü. Aynı çıplak duvarlar, üstleri yatak denkleriyle dolu gardroplar — bu yataklarda, benim gibi yalnız misafirler yatar.

* Duvarlarına takvimler asan evlere bir türlü benzeyemedik. Evinizi daireye çevirdiniz bu takvimlerle, diyordum onlara. Bana gülerlerdi: Evi olmayan ukala aydınların bu öfkesine, yuva sahibi cahil insanların rahatlığıyla gülerlerdi. Bir yandan da beni severler ya da acırlardı bana.

* Sabahları, kimseyi uyandırmadan sessizce yola koyulurdum; gezici din adamları gibi. Yalnızlığın dinini yayıyordum.

* Başladığım yere döndüm albayım

* Mezar taşıma yazdıramam ya bu kadar şeyi. Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de içine bu kadar hicran olmasın. Hicran oldu anne.

* Gönül isterdi ki albayım, insanın hayatında önemli sayılması gereken böyle bir gece, daha canlı ve aslına uygun bir hava içinde geçsin. Oysa, ben çok içmedim; yemeklerin çoğu da kaldı. Sahneye yeni çıkan acemi iki oyuncu için bir bakıma başarılı bir oyun sayılabilirdi. Yan rollerde kayınpeder ve özellikle trajedideki koronun yerini tutan baldızlar, görevlerini yaptılar. Bu senin hayatındı oğlum Hikmet. Böyle bir oyun üzmedi mi seni?

* Önce hayata atıldım. Fakat bunu nasıl yaptığımı bir türlü anlayamadım. (Bir durumdan başka bir duruma nasıl geçtiğimi zaten bir türlü kavrayamam. Mesela, karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım? Siz hiç görebildiniz mi?) Herhalde bir süre, hiç kımıldanmadan beklemeliydim; sonra hayata yavaş yavaş atılmalıydım. Oysa bana birdenbire, işte evlendin ya, hayatını kazanıyorsun ya, o halde hayata atıldın, dediler. (Tam atıldığım sırada söyleselerdi ya.) Şimdi çok dikkat ediyorum albayım; hayatımdaki bu yeni dönemin baş tarafı gürültüye gelsin istemiyorum.

* İnsanlara kaptırma kendini, durmadan konuşma, onlara uyma, insan bir makinedir, bir yerde bozulur, yavaş yavaş kullan aklını, şimdi biraz dinlen, şimdi hep birlikte saçmalayalım, aklımızı dinlendirelim, mantığımızı dinlendirelim, rüyada yaşayalım. (Aman dikkat et, kafanı bir yere çarpma. Deliler uzun yaşar, budalalar uzun ömürlü olur, aptallar rahat eder.)

* Gece vakti her şey başka bir kılığa bürünür generalim. Dallar, kollarını kavuşturmuş insanlara benzer. Yapraklar hışırdar, soğukta ısınmak için ellerini birbirine sürten insanlar dolaşıyor sanırsınız.

* Canlı düşmanları gözetle. Ölü düşmanlardan da korkma.

* Mektubumuz karışık olmakla birlikte , ruhumunuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır.

* Bir yaşantıyı tam bitirmeli. Hiç bir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için.

* Kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor.

* Herkes, tarih okuyor albayım; bugüne değer veren kalmadı. Bugün; zaten yaşanıyor, asıl geçmişte ne olmuş bakalım? Sararmış vesaikin kararmış fotokopilerinin kirlenmiş baskıları. Bugünü daha iyi anlamak içinmiş aslında. Ne olacak anlayacaksın da? Daha mı iyi yaşayacaksın?

* Bana öyle bakmayın albayım; ben, söze başlamadan konuşmaya başlayan Polonius değilim.

* Beklenenen geç geliyor; geldiği sırada insan başka yerlerde oluyor.

* Kendimle konuşurken bile onun hoşuna gitmeye çalışıyordum.

* Sevgi okumadı albayım; o kadar ısrar ettiğim halde. Eski okuduklarıyla yetindi.

* "Dinlemem albayım. Sonra beni de dinlerler diye çok dinledim. Şimdi sıra bende. Buraya konuşmak için geldim." Susturamazlar; evet, ancak ‘Yaşama!’ demek gerekir ona. Yaşamaktan vazgeç ve bir duvarın köşesinde, yüzün duvara dönük dur; cezalı öğrenciler gibi. Hayır, bu bir efsanedir; ben böyle bir ceza almadım hiç. Hatırlamıyorum. Benim hatırlamadığım her şey bir efsanedir, yoktur. O bilmiyorsa yoktur, olmamıştır. Ben, üçüncü tekil şahısım. Ben bir yerde olsam bile benden öyle bahsederler: ‘Kimseyi dinlemez.’ derler. Oysa ‘Kimseyi dinlemiyorsun,’ demelisiniz. Albay, okumasını sürdürdü. (Ben de sizleri üçüncü çoğul şahıs yaparım: Onları dinlemezler.) Ben de birinci çoğul şahıs olurum: Dinleyelim, bakalım:

* Kimseden karşılık beklemiyorum. Ben monologdan yanayım. Sevgisiz acımaya karşıyım.

* "Bu kalbin, birini sevmeğe ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. Göz yaşımı silmedin ...

"Ve ben, senin bilgisizliğinin artmasına izin verdim. Fakat hiç bir şeyi unutmadım. Ve hepsini aklıma yazdım. Ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana. Ve bulaşıkları yıkadım. Ve bütün sözlerimi yarıda kesmene izin verdim. Ben ki, bu konuda kimseye yetki vermemişimdir. Oysa, elimin tersiyle seni yıkabilirdim. Bıraktım ki, sen kendi sonunu hazırla. Ve bana bütün yaptıklarını bir bir aklımda tuttum. Derler ki tarla kuşu bütün gece öttüğü zaman, tarla faresi bütün ihtiyatı elden bırakır ve yuvasından çıkarmış. Ve beni deliğimden sen çıkarmıştın. Ve sonra bütün hayallerimi yıktın. Yönetimi eline aldın. Ve sonra birlikte sokakta yürürken, istediğin yerden karşı kaldırıma geçmeğe cesaret ettin. Ve önce kelime vardı; sen, önce vitrin vardı dedin. Ben konuşurken vitrini seyretme cüretini gösterdin. Hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini, hangi yazarların büyük olduğunu, hangi renklerin yanyana gelebileceğini, ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu, misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını, ne biçim bir

evde yaşayacağımızı, duvarları nasıl boyayacağımızı, hangi gömlekle hangi kıravatı takacağımı, hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, insan insanın kurdu muduru, aşkın ölümsüz olup olmadığını, dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu, yatağın neresinde yatacağımı, yatağın neresinde yatacağını, şu makaleyi nasıl buldun canımı, arkadaşların canımı sıkıyor canımı, ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı, o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin. Ve sonra, yargılarıma katılmadın. Önce sen söyleseydin ve ben sana katılsaydım. Ve bana tuzak kurdum. Ve bana ilk sözü söyletmekle, dönüşü olmayan yola ittin beni.

* Ve her şeyi bana başlattın ve istediğin gibi bitiremediğim için ha ha dedin. En son ha ha'yı biz söylüyoruz fakat. İşte senin karşındayız.

* Güzel havalarda her şey hoşgörülür gibi gelmişti bana

* Aynı anda birçok şeyi birden kavrayabilseydim, bütün bunlar başıma gelmezdi albayım.

* İnsanlarla birlikte bulunma dediler. Yalnız kalma dediler. Üzülme dediler. Sevinme dediler. Fakat hiç belli olmuyor. Aslan gibi adamlar devrilip gidiyor da biz, kör topal idare ediyoruz işte. Zahmete alıştık; onsuz yapamıyoruz.

* Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.

* Günler geçerdi; aynı yatağın ayrı köşelerinde, ayrı şeyler düşünürdük.

* Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.

* Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır.

* Yatağa uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seni yezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye.

Benim içimdeki çocuk büyümedi. (Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi.)

Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası.

* Hep gölgeden yürüdü. Kapıyı Sevgi açtı. Merhaba. Ülkemizin sorunları geldi.

Ülkemizin tozlu yollarından bir süre kurtuldum, öğretmenim. Yatağa,

pantolonumla uzanmadım bir süre. Ülkemizin sorunları da sizlere ömür.

Acele, iki kişilik bir ülke kuruldu. Ülkemizin sorunlarına, mavi yollu

perdelerimizi kapadık. Perde raylarını çakmak biraz zor oldu tabiî. İki kere

çekici düşürdüm; duvarlar da delik deşik oldu. Beceriksizdim, diyemiyor insan, birinci tekil şahıs olarak, öğretmenim. (Belki biraz daha becerikli

olsaydım, sonumuz başka türlü olurdu. )

* Efendim? Bir şey mi söylediniz? Biliyorum, kendi derdimle çok ilgilendiğimi söyleyeceksiniz. Daha önce de söylediler. Elimi kolumu, insanların en alıngan taraflarına çarpıyormuşum; bana çarpılınca da bağırıyormuşum.

* Bütün hayatımca nefret ettiğim bir düzeni, artık bütün hayatımca yaşamak istediğimi sanıyordum.

* Bir türlü sonuna gidemiyorduk rüyalarımızın. Korkuyorduk. Korkuyordum. Hayallerinde bile korkar mı insan? ...

Hayallerine bile hükmedemez mi insan?

* Bazı ayrıntılara girmiyordum. Oysa, ayrıntılara inilmezse sonuca nasıl ulaşılabilir? Hiç bir yere ulaşamıyordum. Başarısızlığın yarattığı öfke yüzünden hayallerimin düzeni bozuluyordu: Pusuda bekleyen kötü hayaller, eziyet eden görüntüler birden saldırıyordu üstüme. Yarım kalmış işkenceler, artık sıralarının geldiğini düşünerek ortaya çıkıyordu.

* Bir sonuca varmadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu.

* Temiz ruhların, saf kalabilmek için, herhalde dünyanın pisliklerine bulaşmaması gerekiyordu.

* Acele kararların uğursuzluğuna inanışı; ıstırap, acı, sefalet gibi, uzakta belirsiz duran ve insan acele etmedikçe orada sadece birer kelime olarak bekleyen kavramlara karşı ürkekliği; üşümek gibi, vücudunun kaçınamadığı felaketlerin belki de düşünceyle ilgili bir talihsizlik olduğunu hissetmesi onu tutuk, bekleyici ve her dinlediği sözün üzerinde sanki uzun uzun düşünen bir insan yapmıştı. Oysa, pek düşünemezdi. Derinliklerinde bir yerde, beklemesini bilirse bütün tuzakların ortaya çıkacağını ve kötü insanların konuşarak sonunda kendilerini ele vereceklerini hissederdi. Her söze atılan insanların telaşından rahatsız olurdu. Kendisini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu. Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun insanlar, bir yerde rahat bırakılıyordu. Onlarla uğraşmaya değmez, deniyordu (küçümseyici bakışlarla). İnsan zamanla bu bakışlardan kurtulabilirdi. Uzun ve zahmetli bir çalışmayla herkes utandırılabilirdi. Herkes bir yerde, bir anda takılabilirdi. Beklemesini bilenler herhalde bu dünyada bulunan (bulunması gereken) insanüstü bir kuvvetin gözünden kaçmazdı. Kendilerine yazık edenler, zamanın her şeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.

* Yeni bir kahramandı. Yeni bir romanın yeni bir kahramanı.

* İlk defa o gece, sokağın köşesini dönerken, elli bir yaşında ilk defa, romanların (Berlin’de okuduğu karanlık havalı alman romanlarının) şimdi hatırlayamadığı bulanık kahramanlarının bir gerçekliği olduğunu, insanın da bazen, karısının anlatılması güç bir ifadeyle açılmış gözlerine bakarken kendini bir roman kahramanı sayabileceğini hissetti.

* Roman kahramanı Süleyman Turgut, dedi kendi kendine; bu işte geç kaldın, çok geç kaldın.

* "Sıkıntım da benimle birlikte ihtiyarlıyor," diyordu. "Eskiden oldukça canlı ve neşeli bir sıkıntıydı; şimdi, benim gibi aksi, çekilmez ve gittikçe hiçbir şeyi beğenmez oldu."

* Artık kazanmak için bir sebep kalmadığından, kazanma arzusunun da söndüğünü söylerdi.

* Bazı insanların, bazı şeylere hiç hakkı yoktu; ne var ki, insanlar da en çok, bu hiç hakları olmayan şeyleri yapıyorlardı.

* Ne ağır kelimeler; kimse yerinden oynatamaz.

* İlk sayfayı bitirince kağıdı havada salladı: "Mürekkep de biraz solarsa, tam bir eski eser olacak: Yazılmış, çizilmiş, düzeltilmiş, yaşanmış, ıstırap çekilmiş, satırların içinde nefes alınmış. Hayatın eskittiği bir eser."

* Gözlerinde, henüz yaşamadığı elemli bir geleceğin solgun lekeleri, aynı mütereddit ıstırabı paylaşmak isteyenlerin hemen fark edebilecekleri bir ifade ile yerleşmişti. Uçuk pembe dudaklarından gözlerine yayılan tebessümün geçiciliğini görmeyenler, ondaki bu elim istidadı kolayca gözden kaçırabilirlerdi. Dinlemediği sözlere kayıtsızca gülüşü, konuşurken muhatabına bakmayan dalgın gözlerinin ihmalciliği, otururken daima kavuşturduğu kollarının gerisindeki hareketsizliği, ilk bakışta tesirli olmaktan çok uzaktı.

* Sizinle birlikte olduğum zamanlar duygulu sanıyordum kendimi; bana bu cesareti vermiştiniz. Şimdi, birlikte yaşadığımız günleri düşünmek için, sizinle konuşuyorum, sizi dinlemeye çalışıyorum. Bu yaşantının sona erdiğine inanmıyorum; bu yüzden yeni yaşantılara gücüm yok. Eski yaşantımı da, siz olmadan nasıl sürdürebilirim? Bütün büyü sizdeymiş. Beni bu durumda görseydiniz, yani beni uzaktan takip edebilseydiniz beni bir zamanlar sevmiş olduğunuza inanamazdınız. Belki ben her zaman böyleydim. Belki ikimiz de kendi başımıza birer dünya kurduk birlikte yaşarken. Şimdi eski dünyama dönmüş bulunuyorum ve bunun eski bir dünya olduğunu, usandırıcı tekrarlarla dolu olduğunu ve ne yazık ki kendimin de bu can sıkıcı romanın bir parçası olduğumu, yeni yalnızlığımın içinde anladım. Artık sanki yaşamıyorum, yaşayan birini seyrediyorum; daha önce bildiğim romanı okur gibiyim. Bir roman, kendini okumaya başlasaydı herhalde bu kadar sıkıcı bulurdu kendini...

* Küçük parçalardan bütün bir dünya meydana getirilebilir.

* Birlikte oldukları zamanlar içinde gene yalnızlıklarını yaşıyorlardı. Ne var ki, bir arada geçirdikleri günler ve saatler, birlikte yaşanıldığı sanılan küçük heyecanlar yüzünden ertesi günü görme cesaretini veriyordu onlara. Her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları için, aynı nedenle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı. Bu onlar için beki bir yenilikti. Aslında hiçbiri yeni bir olay beklemiyordu; bütün yaşayışlarını, hareketlerini, yeni bir güne başlayışlarını, çevrelerinde olup bitenleri izleyişlerini, bu değişmezliğe göre ayarlıyorlardı. Hiçbir konunun üstüne gitmiyorlar, hiçbir sözün sonunu izlemiyorlardı.

* Durgun yaşantısını düzenli ve aklı başında bir hayat olarak yorumluyordu. Aslında meseleler basitti. Onları karıştıran insan ihtirasıydı. İhtiras kelimesini düşündü Sevgi, bir süre. Hayır, düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim bey gibi bir insanın bile, onu yüzüstü bırakan bir kadın için, gece yarılarına kadar ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları, kanepeleri, dolapları, masaları eve taşımasıydı; her gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı; sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi'den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Beyin yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi, birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. 'Olağanüstü' gibi bir kelimenin hırpalanmayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa ihtiras, insanın başkalarında, koltuğunda otururken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı.

* Pek gülünemiyordu artık. Ölüm gibi, tatsız ve bir türlü söylenemeyen bir kelime havada dolaşıyor ve onların diledikleri gibi yaşamalarını engelliyordu. Günlük konuşmalarda rahatça söylenilen ve anlamı bilinmeyen bu kelimenin kullanılmaması bile durumu değiştiriyordu. Tam bu acı kelime dillerinin ucuna geldiği sırada kendilerini tutmaları, kelimeyi söylemekten de kötü bir etki yapıyordu. Konuşmaktan korkuluyordu; sanki, en basit söz bile sonunda, söylenmesi yasak o kelimeye gelip dayanacaktı.

* Hastalık, sözü edilmesi yasak bir günah olmuştu. Bazı şeyleri bizden iyi bilen, bizden yüksek kuvvetler vardı. Istırap, hastalık, ölüm gibi, insan kaderine hükmeden büyük kavramları, günlük yaşantı içinde olur olmaz kullanmanın cezası çekiliyordu: İşte ölüm, işte hastalık, işte ıstırap deniliyordu insana.

* Bu dünyada anne-baba-çocuklar üçlüsünün dışında kalan her topluluk, insan ilgisinin (sebebi ne olursa olsun ) dışında mı kalmalıydı ? Evet, kalmalıydı.

* Sonunda insanları, karıncalar gibi kalabalık ve nereye koşuştuğunu bilmeden çarpışıp duran önemsiz varlıklara benzetti.

* Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gerekiyordu. Anne, baba, hatta kardeşler ve hatta minimum sayıda akrabalar (teyze, dayı, hala, amca, yeğenler v.b.)

* Bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu. Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti.

* Her hadisemde olduğu gibi bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim.

* Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı.

* Kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.

* Biletleri, daha satışa çıkmadan kapışıyorlar. Kendileriyle birlikte karılarına, çocuklarına, bütün sülalelerine mezar satın alıyorlar. Bu ne biçim anlayıştır? Sen her zaman kuyruğun arkasında kalıyorsun: Bir sinemaya gidemiyorsun, bir fincan kahve içemiyorsun, doğru dürüst ölemiyorsun. Hep tetikte olacaksın, hep ilerisini düşüneceksin: Sabah olmadan öleceksin ki cenazen öğle namazına yetişsin.

* "Çevirdigim kitapları da süslüyorum."

Kitap da mı çeviriyordu? Evet, bu dünyanın güçlüklerine göğüs gerebilmeleri için insanlara destek olan küçük kitaplar.

* Konulara yakışan ağır kelimeleri bulup söylemenin güçlüğü içindeydi. Bu marifetli kadının yanında kendini küçük bir böcek gibi görüyordu.

* Yalnızlıktan ve ümitsizlikten kurtulmak için çalışmak, insanlık sevgisini eserlere dökmek gerektiğini anlatıyordu. Kaybedilenlerin acısı ancak böyle hafifliyordu; kocası yukarda, kendisi burada mutlu bir düzeni sürdürmek, bilimin ve sanatın yüksek heyecanlarını duymakla görevliydi.

* Bu ortamı sevmedi; dışarıya karşı sarsılmaz bir birlik gibi görünen bu topluluğun, kendi içinde yakışık almaz çekişmelere düştüğünü söyledi.

* Her çeşit kalabalıktan başı ağrıyordu; insan kalabalığı kadar eşya kalabalığı da onu yoruyordu.

* Sevgi: Babası, masum da olsa, düzensiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, nerdeyse bu dünyanın altında eziliyordu.

* İnsanlığın bu iki sevgiliye anlayışla davranması gerekiyordu: Herkesin, hediyesini onların önüne bıraktıktan sonra iki adım geri çekilmesi ve saygılı bir selam vererek kaybolup gitmesi şarttı. Onları görmeye gelen bir insan, fazla heyecanlanmadan, vazgeçilmez bir yakınlık duymadan çekilip gitmeliydi. (Hiçbir su sonuna kadar içilmeyecek, hiçbir sofrada yemeğin sonuna kadar oturulmayacaktı.) Herkesin, kendi evinde, kendi dünyası kurulmalıydı. Ancak kendi dünyasını kuramayanlar, başkalarının evlerine koşarlardı.

* Her geçen gün yeni suçlar öğreniyor insan. Okudukça, düşündükçe, yeni insanlar tanıdıkça sadece günahlarının arttığını hissediyor.

* Hayat, talimlere benzemiyor albayım. Gerçek mermiler, insanı yaralıyor.

* Birtakım karışık hayaller içinde, gerçekle rüyanın ve arzu edilenin birbirine karıştığı bu ortamda dış dünyaya ait yeni bir olayın meydana geleceğine inanmak, romanlara inanmak gibi geliyordu

* Sizler de neden herkes gibi, bu ülkede yarım yamalak bir şeyler yapmaya çalışan insanlar gibisiniz? İşi neden sıkı tutmuyorsunuz?

* "Garbın ilk nazarda inkârı gayrı kabil fikriyatına karşı" dedi, "Bizim hakiki kıymetlerimiz" dedi.

* Beni hemen anlamlısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh'un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız...

* Biz henüz ümidimizi kesmedik, çok uzun konuşmalıyım biliyorsun, ben susunca gidersin biliyorum, ben konuşurken kaçanlar da oldu, bana roman yaz diyenler de oldu, hayatım roman olduğu için yazmıyorum, onu ben yaşarken okuyun, ben oyun yazıyorum, bir gün sonraya çıkabilmek için ve güneşin bir gün daha doğmak üzere olduğunu görebilmek için her gün yeni oyunlar icat etmek zorundayım.

* Beni şimdiye kadar otuzyedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım.

* Sevgili Bilge,

Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.

İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım.

Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.

Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu

kararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları

tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkûm edildim.

* Sonra boşanıp mutsuz olur yine birine yaranmaya çalışır

Gündüz, çevremizde dolaşan bir sıcaklık ve gece yatağımızda bir rahatlık ya da gündüz, çevremizde bir rahatlık ve gece yatağımızda dolaşan bir sıcaklık uğruna bütün hayallerimizden vazgeçmemiz gerekiyordu.








9 Aralık 2020 Çarşamba

SAİT FAİK ABASIYANIK " SEMAVER "

 #SaitFaikAbasıyanık 📚


#Semaver 📝

Semaver, Sait Faik Abasıyanık'ın 1936'da yayınlanan ilk kitabıdır. 

Yazar, hayatın güzelliğini, insan sevgisi ve insanların iyilikleriyle dolu olduğunu işler öykülerinde. Karşılaştığı her aksiliğe rağmen insanlara duyduğu sevgi azalmaz.

Kitaba ismini veren Semaver'de bir fabrika çalışanının yaşamı anlatılır. 

Kitabı üç bölümde ele alırsak:

İlk bölümdeki hikâyelerde yazarın çocukluğunun geçtiği Adapazarı ve çevresi anlatılmaktadır. Betimlemelere geniş yer verilen bu öykülerde, yazar oyunlar oynadığı kırları anlatır.

İkinci bölümde çoğunlukla İstanbul'da geçen ve yazarın kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı öyküler yer alır. 

Kitabın son bölümü Sait Faik'in Fransa'da geçirdiği günlere göndermeler yer alır. 


Kitaba adını veren ilk hikaye, İstanbul’da bir fabrikada işçi Ali’nin annesiyle geçirdiği mutlu günleri anlatır. Olay örgüsü Ali'nin annesinin kendisini her sabah ezanıyla kaldırıp, hazırladığı kızarmış ekmek ve kaynayan semaverin kokusuyla odaya küçük dünyalarına kattığı sıcaklıkla başlar. Semaver onları her sabah hayata yeniden bağlayan, evlerinin mutluluğu, saadeti, huzurlu yaşamlarının bir temsilidir.

Ali annesini bir sabah vakti, semaverin başında ölü bulur. Evlerinin mutluluk kaynağı olan “Semaver” bir daha kaynamaz çünkü Ali için semaver o günden sonra bir sıcaklık sembolü değildir. Makineleşen, ötekileşen Ali'nin hayat karşısındaki benlik kazanma mücadelesi başarısızlıkla neticelenir, fakirliğin soğukluğu sarar, Ali umutsuzluğa düşer, kendini iyice yalnız hisseder ve kendisini ayağa kaldıracak bir dal bulamaz ve annesinin ölümünü hatırlatan semaveri de ortadan kaldırır. Eserdeki diğer dokuz öyküde de günlük hayatta rastlanacak sıradan insanların yaşamları ve onlar için anlam ifade eden çeşitli eşyalarla olan ilişkileri ele alınır.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Sevmekten korkuyorum. Başka arzular, ihtiraslarla atıldığım yolda beni avare ve çırılçıplak, başı her manada boş bırakacak yalnız bir şey olduğunu biliyorum ve ondan karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum.

* Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı.

* Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.

* Hepimiz, sırtımızda ve elbisemizin altında, gözlerimizin içinde bir müstakbel ölü gezdirmiyor muyduk?



8 Aralık 2020 Salı

ELİAS CANETTİ "MARAKEŞ'TE SESLER"

 



#EliasCanetti 📚 #MarekeşteSesler 📖

1905 yılında, Bulgaristan Rusçuk’ta doğan yazar Elias Canetti, "Geniş bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazılarından mütevellit" 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.

Canetti'nin hem deneme hem de öykü denebilecek gözlem romanı olan eser, yazarın doğu gezisi sırasında edindiği izlenimlerden oluşmaktadır. Canetti'nin Fas'ta geçen kendi gözlemleri ve bakış açısıyla anlattığı insan ilişkileri, günlük yaşam ve çevre detaylıca betimlenmiştir.

Canetti’nin hâkim dilin etkisinde kalmamak için dilini ve kültürünü bilmeden yaptığı Fas gezisinden izlenimleri taşıyan, "Marakeş’te Sesler" adlı kitabı kısa hikayelerden oluşmakta ve eserin son kısmında yazarın kendine ait özdeyişler ve notları mevcuttur. Eser, gezi-anı kitabı niteliği taşısa da, kendisi de dininden dolayı tarihin bir bölümünde ötekileştirilmeyi yaşayan yazar, Batı tarafından sömürgeleştirilmiş ve geri kalmış " mistik, egzotik, zayıf, duygusal, tembel, acının, yenilginin adresi olan" ve sosyolojik konumundan ve ırklarından dolayı ötekileştirilen Dogu'da, ziyaret ettiği yerin, dilini ve kültürünü bilmeden, başka bir coğrafyanın özelliklerini, yaşadıklarını kendi penceresinden bakarak anlamlaştırmaya çalışmıştır. 

Yazar kitabın her bölümünde Marakeş yaşamının ilginç bir kesitini yansıtmıştır; deve pazarları, dilenciler, çarşılar, alıcı ve satıcılar arasındaki pazarlıklar, sokaklarda peçeyle dolaşan kadınlar, tembellik, yoksulluk, türbe, evliya, ve Doğu’yu betimleyen daha birçok imge, yazarın yorumlama ve yargılama dili kullanmadan yazmasıyla siyasal anlamda oryantalist bir edebi metinden ziyade Doğu’nun basit gözlemi, Doğu’yu öğrenme çabası olarak yorumlanabilir. 

Kitabının son bölümü, üç ciltlik yaşam öyküsünü anlattığı ‘Kurtarılmış Dil’ eserinden bir alıntıyla bitirmektedir. Bu alıntıda sürgün edilişini, Yahudiliğini ve Rusçuk’ta geçen yaşamını anlatan yazar, çocukluğunu yaşadığı coğrafyadaki çok dilliliğe ve etnik çeşitliliğe de vurgu yapmaktadır.






#MarekesteSesler 📖

ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Bir şey anlatayım diyorum, susar susmaz bakıyorum ki, söylediğim hiçbir şey yok ortada. Yalnızca bir cevher kalıyor geride, harikulâde parıltılar saçıyor ve sözcüklerle alay ediyor. Acaba Marakeş'te konuşulan dili anlamadım da bu dilin yavaş yavaş içimde benim anlayacağım dile dönüşmesi mi gerekiyor? Olaylar, görüntüler vardı Marakeş'te, anlamları sözcüklerle ne genişletip ne de kısıtlanabilen, ancak insanın içinde oluşup kendini açığa vuran sesler vardı, sözcüklerin ötesinde, sözcüklerin kendilerinden daha derin ve çok daha anlamlı sesler.

* Belki gereksindiği her şeye sahipti. Belki sahip olduğundan fazlasına ihtiyacı yoktu.

*Seni tanımayan her kişi özgürlüktür. Henüz toplanıp büzülerek seni içinde boğmayan her insan çevresi özgürlüktür. Başkaları tarafından dikkate alınmadığın süre özgürsün. Başkalarınca sevilmediğin süre özgürsün.

* Okumadan kitabı uzun bir süre yanınızda bulundurmanız gerekmiştir; kitabın yolculuğa çıkması, uzamda bir yer tutması, bir yük oluşturması gerekmiştir. Ama yolculuğun son durağına ulaşmıştır artık, kendini açığa vurma zamanı gelip çatmıştır, sizinle suskun yaşadığı yirmi yılın üzerine saçar simdi ışığını. Bütün zaman suskun durmasaydı, söyleyeceği o kadar çok şey de olamazdı. Bu durumda hangi budala kitabın hep aynı içeriği kendisinde barındırdığını söylemeye kalkabilir.










 





7 Aralık 2020 Pazartesi

JANE AUSTEN "AŞK VE GURUR"

 


#JaneAusten 📚

Aşk ve Gurur, ingiliz yazar Jane Austen'in ikinci romandır. 1813'te yayımlanan romanda kadınların hayatına, iç dünyalarına değinilmiştir. Kadınların duygusal dünyalarını anlatırken yer yer müstehzi kimi zaman eleştirel bir uslup kullanılmıştır. İngiliz Edebiyatının önemli klasiklerinden birisi olan eser yazarın diğer romanları gibi pek çok dile çevrilmiş ve filme uyarlanmıştır.

18. yüzyıl İngiltere’sinde geçen tutkulu bir aşk hikâyesini konu alan Aşk ve Gurur'da soylu bir adamın kendisine asla yakıştırmadığı bir kıza nasıl aşık olduğunu konu alıyor. Eser, taşrada yaşayan orta halli bir ailenin zeki ve neşeli kızları Elizabeth Bennett ile soylu, mağrur, dürüst ve varlıklı Fitzwilliam Darcy arasındaki çatışmayı anlatır. Neredeyse nefretle başlayan tanışmalarının akabinde ilişkilerinin büyük bir aşka dönüşmesi kitabın olay örgüsünü oluşturur. Eser, gururlu ve önyargılı iki insanın zaman ilerledikçe birbirlerine yaptıkları haksızlığın aşkla telafi edilebileceğini yalın bir dille sunar.Bay Darcy'nin Soyluluk ve varsıllıktan dolayı sahip olduğu gurur, Bennett ailesinin taşralı olmalarından kaynaklı onlara karşı beslediği önyargı aralarında büyük bir mesafe oluşturur, çiftin yaşadığı gerilim birbirlerini tanımalarıyla zamanla aşka dönüşür.

Elizabeth Bennett hem Jane Austen’ın en sevdiği kadın kahramanı hem İngiliz edebiyatının en çok ilgi uyandıran karmaşık kadın karakterlerinden biridir.


ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* Evlilikte mutluluk tam bir piyangodur. İki taraf

birbirlerinin huylarını ne denli yakından bilirlerse

bilsinler, zevkleri birbirine ne denli uygun olursa

olsun, bu onların mutlu olma şanslarına hiçbir

şey katmaz. Nasılsa sonradan kişilikleri yüzde yüz zıt olarak gelişmeye başlayacağı için paylarına düşen hır gürden kaçınamayacaklardır. Bu yüzden ömrünü birlikte geçireceğin insanın kusurlarını ne kadar az bilirsen o kadar iyi!

* Katı kincilik karakterdeki bir gölgedir.

* Gösteriş bir zaaftır gerçekten. Ama gurur... gerçek bir akıl üstünlüğü varsa gurur her zaman emin ellerde olacaktır.

* İnanmadan ikna olmak akla da iltifat sayılmaz.

* Kurnazlığa yakın her şey basitliktir.

* Her zaman karşılaşılan şeyleri fersah fersah aşmamış hiç kimse gerçekten hünerli sayılamaz.

* Her duygusal tepki aklın sınamasına tabi tutulmalıdır; kanımca, gösterilecek tepki duyulan ihtiyaçla orantılı olmalıdır.

* Gerçekten sevdiğim pek az insan var; hele saygı duyduğum daha da az insan var. Dünyayı tanıdıkça hoşnutsuzluğum daha da artıyor; her geçen gün insan karakterinin tutarsızlığına ve akıllı, duygulu görünenlere bile güvenilmeyeceğine olan inancım güçleniyor.

* Nasıl anlatsam bilemedim. Bin sene heyecanla beklediğin bir şey gelmişte gerek kalmamış gibi.

* Genelde insanları beğenmeye çok hazırsın. Kimsenin kusurunu görmüyorsun. Sana göre bütün dünya iyi, sevimli. Hayatta kimseden kötü bahsettiğini duymadım.

* "Kitaplardan bahsetsek?" diye sordu gülümseyerek.

"Kitap mı? Olmaz. Hiçbir zaman aynı kitapları okumadığımızdan, okuduysak bile aynı duyguları hissetmediğimizden eminim."

* "Şiirle aşktan uzaklaşılabileceğini ilk kez kim keşfetti acaba?"

"Bense şiirin aşkı beslediğini düşünürüm," dedi Darcy.

"Sağlam ve sağlıklı bir aşkı besleyebilir elbette şiir. Temelleri sağlam olanı her şey besler. Ancak ortada zayıf, cılız bir aşk varsa, bir sone yeter aşkı silip süpürmeye."

* Bir hanıma marifetli denilebilmesi için müzikten, şarkı söylemekten, resimden, danstan anlaması ve birkaç yabancı dil bilmesi gerekir. Kendine has bir havası olmalıdır yürüyüşünde, sesinde, konuşma tarzında ve bakışlarında.

* Bir kadının hayal gücü çok hızlı çalışır. Bir anda hayranlıktan aşka, aşktan da evliliğe sıçrar.

* Bakışları kusur arıyor gibi. Ben de küstah davranmazsam, yakında ondan korkmaya başlayacağım.

* Ancak içimizden çok azımız cesaretlendirilmeden aşık olacak kadar yürekliyiz.

* Gurur daha çok kendimiz hakkında ne düşündüğümüzdür. Kibir ise başkalarının bizim hakkımızda düşündükleridir.

* "Hata yapma ya da başkalarını mutsuz etme kastı olmadan da hata yapılabilir ve üzüntü verilebilir. Düşüncesizlik, başka insanların duygularına karşı dikkatsizlik, kararsızlık da aynı işi görür."

* Gurur ve gösteriş farklı şeyler, ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. İnsan gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. Gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürtmek istediğimize.

* Acı verici anılar kendilerini hep hatırlatıyorlar ve onları akıldan çıkarmak mümkün olmuyor.

* İnsanın sevdiklerinden ayrılması kadar kötü bir şey yok. Sevdikleri yanında olmayınca insan pek bir garip kalıyor.

* Sahteliğin her türünden nefret ederim.

* Dünyayı tanıdıkça hoşnutsuzluğum daha da artıyor; her geçen gün insan karakterinin tutarsızlığına ve akıllı, duygulu görünenlere bile güvenilmeyeceğine olan inancım güçleniyor.

* Doğrusu okumak gibi tatlı şey yok! Başka her şey insanı kitaptan daha çabuk yoruyor!..