12 Aralık 2020 Cumartesi

OĞUZ ATAY "TEHLİKELİ OYUNLAR"

 


#OğuzAtay 📚

Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"dan sonra yazdığı ikinci romanı olan Tehlikeli Oyunlar,  1973 yılında yayımlanmıştır. Tehlikeli Oyunlar yine bir tutunamayan olan Hikmet Benol'un hikâyesini anlatır.

Tehlikeli Oyunlar, kitabın baş kahramanı olan Hikmet Benol hayatla baş etme yöntemi olarak oyunları seçen bir karakterdir. Kendi geçmişini değiştirmeye çalışan haliyle bugününü de farklılaşmak için uğraşan bir adamın hikayesi; oyun içinde oyun yazma tekniği ile yazılmıştır. Post-modernist edebiyatın temsilcilerinden olan Oğuz Atay bu romanında zaman, mekân ve olay örgüsünü önemsemez, sürrealist etkiler yoğundur, gerçek, düş ve düşler arasında sıçramalar, bilinç akışı teknigiyle kaleme alınmıştır.

Hikmet Benol karakterinin iç çatışmalarına ve sancılı kimliğine dayanan roman İronik bir dille yazılmış kara mizah türündedir. Kitap, Oğuz Atay'ın kendi hayatından da izler taşımasıyla otobiyografik özellik de taşır.

Hikmet Benol, iki kadın arasında; "sevgisiz" Sevgi ve "bilgisiz" Bilge arasında süregelen aşk ikileminde kalıyor ve topluma karşı yabancılaştıkça iç dünyasına çekilip hayali kahramanlarla kurmaca bir dünya oluşturuyor. Toplumdaki sorunlardan kaçtıkça etrafındaki insanlara karşı  "yıkılmasını istediği" bir duvar örüyor. 

Oğuz Atay eserinde gerçekle düşün arasındaki ilişkiyi sorgulamak için anlatının kurmaca olduğuna dikkat çeken üst kurmaca tekniğini ustaca kullanıyor. Hikmet Benol, her şeyi hem alaya alıyormuş gibi görünen hem dünyanın tüm dertlerini derinden hisseden, hem her şeyi küçümseyen hem her şeyin altında ezilen bir karakterdir. Doğunun gelenekleriyle batının gelişmişliği arasında sıkışmış, buna kökten çareler üretmeye çalıştıkça, karışıklık içinde bocalayarak, zihnen ve bedenen yorgun düşmüştür.

Bir taraftan toplumdan bunalıp kendine sığınmış ama sığındığı kendisine bile yabancılaşmış ve birilerinin; özellikle geçmişindeki birilerinin; gelip onu bu yalnızlık ve yabancılıktan kurtarmasını arzulamıştır.

Kendisi ve çevresiyle savaşan ve sürekli çatışan, kendisinden ve çevresinden hiç memnun olmayan, kendisini ve çevresini sürekli eksik gören bir karakter olan Hikmet Benol, ne yapsa yapsın, ne kendisine ne de topluma yaranamıyor ve etrafındaki hiç kimse de kendisine yaranamıyor. 

Karakterini 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. ... Hikmet olarak bölen Hikmet Benol her olayın ve durumun suçlusunu bu parçalarla örneklendiriyor. Kendisiyle sürekli kavga durumunda olan bu adam rüyalarıyla da olayları şekillendiriyor. Hikmet Benol gerçek dünyadan o kadar bunalıyor, o kadar sıkılıyor ki kafasında kurduğu emekli bir albay karakteriyle bir olup birlikte oyunlar yazmaya başlıyor ve bir süre sonra da bu oyunlara kendini kaptırıyor. Zamanla, gerçekle yazdıkları oyunları birbirine karıştırmaya başlıyor. 

Hikmet Benol karakterine oyunlarda yazdığı kurmaca dünya daha gerçekçi geliyor ve kendini buna inandırarak yaşamaya devam ediyor. Karakterler, yaşamlar, düşünceler, duygular, hisler ve hissizlik arasında savruluyor. 

Hikmet Benol, oynadığı oyunları hem beğenir hem beğenmez, bu oyunları uygulamak ister fakat çevresini buna uygun görmez ve çevresindekilerden de memnun değildir. Ama aynı zamanda aynı çevre tarafından çok sevilmek ve takdir edilmek ister. 

Aşk ilişkilerinde de tutarsız bir tarafı vardır Hikmet Benol'un. Hem kadınlar tarafından sevilip, beğenilip, anlaşılmak isteyen hem kadınlarla sadece cinsel açlığını giderip onlardan uzaklaşmak isteyen çetrefilli bir karakterdir Hikmet Benol. Tutunamayanlar'ın Selim'inin akıbeti Tehlikeli Oyunlar'ın Hikmet'ini de bulur.



ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR 📝

* İnsan nasıl kaybolabilir? Kimseye görünmeden bir yerden çıkıp gitsem. Bir köşede ölüp kalsam sonra da. Birbirinize sarılıp ağlaşırsınız..

* Demek sen de bu işkenceye katılıyordun. Sözde, okumuş bir kız olacaksın.Bu sözleri unutamam artık; bütün geleceğimi kararttın. Oysa, kitaplardan söz ederken sesin ne kadar da farklıydı.

* Uzakta, taşradaki evime dönünce, bu rutubet kokusunu özlüyorum bir bakıma; denizi özlemek gibi, denizi hatırlamak gibi...

* Her şey düşündüğüm gibi çıktı: Uyanan arkadaşım da, çay bardağına uzanırken, kadın özlemi dolu gözlerle baktı bana. (Ne yapalım? Kadınlarla birlikte yürütemedik hayallerimizi.)

* Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı; kurduğum hayaller, bir bekâr odasının dağınıklığına boğuldu. Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belirli noktalara biriken eşya, odanın çıplaklığını daha çok ortaya çıkardı.

* Duvarlara resimler asmalıyım. İnsanlarımız bir evi döşemesini henüz bilemiyorlar. Soğuk ve bulutlu sabahlarda ya da aysız, tam karanlık gecelerde, yalnız ve ne istediğini bilmeden sokaklarda dolaşırken gözüne takılan perdeleri açık pencereleri düşündü. Aynı çıplak duvarlar, üstleri yatak denkleriyle dolu gardroplar — bu yataklarda, benim gibi yalnız misafirler yatar.

* Duvarlarına takvimler asan evlere bir türlü benzeyemedik. Evinizi daireye çevirdiniz bu takvimlerle, diyordum onlara. Bana gülerlerdi: Evi olmayan ukala aydınların bu öfkesine, yuva sahibi cahil insanların rahatlığıyla gülerlerdi. Bir yandan da beni severler ya da acırlardı bana.

* Sabahları, kimseyi uyandırmadan sessizce yola koyulurdum; gezici din adamları gibi. Yalnızlığın dinini yayıyordum.

* Başladığım yere döndüm albayım

* Mezar taşıma yazdıramam ya bu kadar şeyi. Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de içine bu kadar hicran olmasın. Hicran oldu anne.

* Gönül isterdi ki albayım, insanın hayatında önemli sayılması gereken böyle bir gece, daha canlı ve aslına uygun bir hava içinde geçsin. Oysa, ben çok içmedim; yemeklerin çoğu da kaldı. Sahneye yeni çıkan acemi iki oyuncu için bir bakıma başarılı bir oyun sayılabilirdi. Yan rollerde kayınpeder ve özellikle trajedideki koronun yerini tutan baldızlar, görevlerini yaptılar. Bu senin hayatındı oğlum Hikmet. Böyle bir oyun üzmedi mi seni?

* Önce hayata atıldım. Fakat bunu nasıl yaptığımı bir türlü anlayamadım. (Bir durumdan başka bir duruma nasıl geçtiğimi zaten bir türlü kavrayamam. Mesela, karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım? Siz hiç görebildiniz mi?) Herhalde bir süre, hiç kımıldanmadan beklemeliydim; sonra hayata yavaş yavaş atılmalıydım. Oysa bana birdenbire, işte evlendin ya, hayatını kazanıyorsun ya, o halde hayata atıldın, dediler. (Tam atıldığım sırada söyleselerdi ya.) Şimdi çok dikkat ediyorum albayım; hayatımdaki bu yeni dönemin baş tarafı gürültüye gelsin istemiyorum.

* İnsanlara kaptırma kendini, durmadan konuşma, onlara uyma, insan bir makinedir, bir yerde bozulur, yavaş yavaş kullan aklını, şimdi biraz dinlen, şimdi hep birlikte saçmalayalım, aklımızı dinlendirelim, mantığımızı dinlendirelim, rüyada yaşayalım. (Aman dikkat et, kafanı bir yere çarpma. Deliler uzun yaşar, budalalar uzun ömürlü olur, aptallar rahat eder.)

* Gece vakti her şey başka bir kılığa bürünür generalim. Dallar, kollarını kavuşturmuş insanlara benzer. Yapraklar hışırdar, soğukta ısınmak için ellerini birbirine sürten insanlar dolaşıyor sanırsınız.

* Canlı düşmanları gözetle. Ölü düşmanlardan da korkma.

* Mektubumuz karışık olmakla birlikte , ruhumunuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır.

* Bir yaşantıyı tam bitirmeli. Hiç bir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için.

* Kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor.

* Herkes, tarih okuyor albayım; bugüne değer veren kalmadı. Bugün; zaten yaşanıyor, asıl geçmişte ne olmuş bakalım? Sararmış vesaikin kararmış fotokopilerinin kirlenmiş baskıları. Bugünü daha iyi anlamak içinmiş aslında. Ne olacak anlayacaksın da? Daha mı iyi yaşayacaksın?

* Bana öyle bakmayın albayım; ben, söze başlamadan konuşmaya başlayan Polonius değilim.

* Beklenenen geç geliyor; geldiği sırada insan başka yerlerde oluyor.

* Kendimle konuşurken bile onun hoşuna gitmeye çalışıyordum.

* Sevgi okumadı albayım; o kadar ısrar ettiğim halde. Eski okuduklarıyla yetindi.

* "Dinlemem albayım. Sonra beni de dinlerler diye çok dinledim. Şimdi sıra bende. Buraya konuşmak için geldim." Susturamazlar; evet, ancak ‘Yaşama!’ demek gerekir ona. Yaşamaktan vazgeç ve bir duvarın köşesinde, yüzün duvara dönük dur; cezalı öğrenciler gibi. Hayır, bu bir efsanedir; ben böyle bir ceza almadım hiç. Hatırlamıyorum. Benim hatırlamadığım her şey bir efsanedir, yoktur. O bilmiyorsa yoktur, olmamıştır. Ben, üçüncü tekil şahısım. Ben bir yerde olsam bile benden öyle bahsederler: ‘Kimseyi dinlemez.’ derler. Oysa ‘Kimseyi dinlemiyorsun,’ demelisiniz. Albay, okumasını sürdürdü. (Ben de sizleri üçüncü çoğul şahıs yaparım: Onları dinlemezler.) Ben de birinci çoğul şahıs olurum: Dinleyelim, bakalım:

* Kimseden karşılık beklemiyorum. Ben monologdan yanayım. Sevgisiz acımaya karşıyım.

* "Bu kalbin, birini sevmeğe ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. Göz yaşımı silmedin ...

"Ve ben, senin bilgisizliğinin artmasına izin verdim. Fakat hiç bir şeyi unutmadım. Ve hepsini aklıma yazdım. Ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana. Ve bulaşıkları yıkadım. Ve bütün sözlerimi yarıda kesmene izin verdim. Ben ki, bu konuda kimseye yetki vermemişimdir. Oysa, elimin tersiyle seni yıkabilirdim. Bıraktım ki, sen kendi sonunu hazırla. Ve bana bütün yaptıklarını bir bir aklımda tuttum. Derler ki tarla kuşu bütün gece öttüğü zaman, tarla faresi bütün ihtiyatı elden bırakır ve yuvasından çıkarmış. Ve beni deliğimden sen çıkarmıştın. Ve sonra bütün hayallerimi yıktın. Yönetimi eline aldın. Ve sonra birlikte sokakta yürürken, istediğin yerden karşı kaldırıma geçmeğe cesaret ettin. Ve önce kelime vardı; sen, önce vitrin vardı dedin. Ben konuşurken vitrini seyretme cüretini gösterdin. Hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini, hangi yazarların büyük olduğunu, hangi renklerin yanyana gelebileceğini, ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu, misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını, ne biçim bir

evde yaşayacağımızı, duvarları nasıl boyayacağımızı, hangi gömlekle hangi kıravatı takacağımı, hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, insan insanın kurdu muduru, aşkın ölümsüz olup olmadığını, dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu, yatağın neresinde yatacağımı, yatağın neresinde yatacağını, şu makaleyi nasıl buldun canımı, arkadaşların canımı sıkıyor canımı, ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı, o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin. Ve sonra, yargılarıma katılmadın. Önce sen söyleseydin ve ben sana katılsaydım. Ve bana tuzak kurdum. Ve bana ilk sözü söyletmekle, dönüşü olmayan yola ittin beni.

* Ve her şeyi bana başlattın ve istediğin gibi bitiremediğim için ha ha dedin. En son ha ha'yı biz söylüyoruz fakat. İşte senin karşındayız.

* Güzel havalarda her şey hoşgörülür gibi gelmişti bana

* Aynı anda birçok şeyi birden kavrayabilseydim, bütün bunlar başıma gelmezdi albayım.

* İnsanlarla birlikte bulunma dediler. Yalnız kalma dediler. Üzülme dediler. Sevinme dediler. Fakat hiç belli olmuyor. Aslan gibi adamlar devrilip gidiyor da biz, kör topal idare ediyoruz işte. Zahmete alıştık; onsuz yapamıyoruz.

* Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.

* Günler geçerdi; aynı yatağın ayrı köşelerinde, ayrı şeyler düşünürdük.

* Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.

* Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır.

* Yatağa uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seni yezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye.

Benim içimdeki çocuk büyümedi. (Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi.)

Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası.

* Hep gölgeden yürüdü. Kapıyı Sevgi açtı. Merhaba. Ülkemizin sorunları geldi.

Ülkemizin tozlu yollarından bir süre kurtuldum, öğretmenim. Yatağa,

pantolonumla uzanmadım bir süre. Ülkemizin sorunları da sizlere ömür.

Acele, iki kişilik bir ülke kuruldu. Ülkemizin sorunlarına, mavi yollu

perdelerimizi kapadık. Perde raylarını çakmak biraz zor oldu tabiî. İki kere

çekici düşürdüm; duvarlar da delik deşik oldu. Beceriksizdim, diyemiyor insan, birinci tekil şahıs olarak, öğretmenim. (Belki biraz daha becerikli

olsaydım, sonumuz başka türlü olurdu. )

* Efendim? Bir şey mi söylediniz? Biliyorum, kendi derdimle çok ilgilendiğimi söyleyeceksiniz. Daha önce de söylediler. Elimi kolumu, insanların en alıngan taraflarına çarpıyormuşum; bana çarpılınca da bağırıyormuşum.

* Bütün hayatımca nefret ettiğim bir düzeni, artık bütün hayatımca yaşamak istediğimi sanıyordum.

* Bir türlü sonuna gidemiyorduk rüyalarımızın. Korkuyorduk. Korkuyordum. Hayallerinde bile korkar mı insan? ...

Hayallerine bile hükmedemez mi insan?

* Bazı ayrıntılara girmiyordum. Oysa, ayrıntılara inilmezse sonuca nasıl ulaşılabilir? Hiç bir yere ulaşamıyordum. Başarısızlığın yarattığı öfke yüzünden hayallerimin düzeni bozuluyordu: Pusuda bekleyen kötü hayaller, eziyet eden görüntüler birden saldırıyordu üstüme. Yarım kalmış işkenceler, artık sıralarının geldiğini düşünerek ortaya çıkıyordu.

* Bir sonuca varmadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu.

* Temiz ruhların, saf kalabilmek için, herhalde dünyanın pisliklerine bulaşmaması gerekiyordu.

* Acele kararların uğursuzluğuna inanışı; ıstırap, acı, sefalet gibi, uzakta belirsiz duran ve insan acele etmedikçe orada sadece birer kelime olarak bekleyen kavramlara karşı ürkekliği; üşümek gibi, vücudunun kaçınamadığı felaketlerin belki de düşünceyle ilgili bir talihsizlik olduğunu hissetmesi onu tutuk, bekleyici ve her dinlediği sözün üzerinde sanki uzun uzun düşünen bir insan yapmıştı. Oysa, pek düşünemezdi. Derinliklerinde bir yerde, beklemesini bilirse bütün tuzakların ortaya çıkacağını ve kötü insanların konuşarak sonunda kendilerini ele vereceklerini hissederdi. Her söze atılan insanların telaşından rahatsız olurdu. Kendisini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu. Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun insanlar, bir yerde rahat bırakılıyordu. Onlarla uğraşmaya değmez, deniyordu (küçümseyici bakışlarla). İnsan zamanla bu bakışlardan kurtulabilirdi. Uzun ve zahmetli bir çalışmayla herkes utandırılabilirdi. Herkes bir yerde, bir anda takılabilirdi. Beklemesini bilenler herhalde bu dünyada bulunan (bulunması gereken) insanüstü bir kuvvetin gözünden kaçmazdı. Kendilerine yazık edenler, zamanın her şeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.

* Yeni bir kahramandı. Yeni bir romanın yeni bir kahramanı.

* İlk defa o gece, sokağın köşesini dönerken, elli bir yaşında ilk defa, romanların (Berlin’de okuduğu karanlık havalı alman romanlarının) şimdi hatırlayamadığı bulanık kahramanlarının bir gerçekliği olduğunu, insanın da bazen, karısının anlatılması güç bir ifadeyle açılmış gözlerine bakarken kendini bir roman kahramanı sayabileceğini hissetti.

* Roman kahramanı Süleyman Turgut, dedi kendi kendine; bu işte geç kaldın, çok geç kaldın.

* "Sıkıntım da benimle birlikte ihtiyarlıyor," diyordu. "Eskiden oldukça canlı ve neşeli bir sıkıntıydı; şimdi, benim gibi aksi, çekilmez ve gittikçe hiçbir şeyi beğenmez oldu."

* Artık kazanmak için bir sebep kalmadığından, kazanma arzusunun da söndüğünü söylerdi.

* Bazı insanların, bazı şeylere hiç hakkı yoktu; ne var ki, insanlar da en çok, bu hiç hakları olmayan şeyleri yapıyorlardı.

* Ne ağır kelimeler; kimse yerinden oynatamaz.

* İlk sayfayı bitirince kağıdı havada salladı: "Mürekkep de biraz solarsa, tam bir eski eser olacak: Yazılmış, çizilmiş, düzeltilmiş, yaşanmış, ıstırap çekilmiş, satırların içinde nefes alınmış. Hayatın eskittiği bir eser."

* Gözlerinde, henüz yaşamadığı elemli bir geleceğin solgun lekeleri, aynı mütereddit ıstırabı paylaşmak isteyenlerin hemen fark edebilecekleri bir ifade ile yerleşmişti. Uçuk pembe dudaklarından gözlerine yayılan tebessümün geçiciliğini görmeyenler, ondaki bu elim istidadı kolayca gözden kaçırabilirlerdi. Dinlemediği sözlere kayıtsızca gülüşü, konuşurken muhatabına bakmayan dalgın gözlerinin ihmalciliği, otururken daima kavuşturduğu kollarının gerisindeki hareketsizliği, ilk bakışta tesirli olmaktan çok uzaktı.

* Sizinle birlikte olduğum zamanlar duygulu sanıyordum kendimi; bana bu cesareti vermiştiniz. Şimdi, birlikte yaşadığımız günleri düşünmek için, sizinle konuşuyorum, sizi dinlemeye çalışıyorum. Bu yaşantının sona erdiğine inanmıyorum; bu yüzden yeni yaşantılara gücüm yok. Eski yaşantımı da, siz olmadan nasıl sürdürebilirim? Bütün büyü sizdeymiş. Beni bu durumda görseydiniz, yani beni uzaktan takip edebilseydiniz beni bir zamanlar sevmiş olduğunuza inanamazdınız. Belki ben her zaman böyleydim. Belki ikimiz de kendi başımıza birer dünya kurduk birlikte yaşarken. Şimdi eski dünyama dönmüş bulunuyorum ve bunun eski bir dünya olduğunu, usandırıcı tekrarlarla dolu olduğunu ve ne yazık ki kendimin de bu can sıkıcı romanın bir parçası olduğumu, yeni yalnızlığımın içinde anladım. Artık sanki yaşamıyorum, yaşayan birini seyrediyorum; daha önce bildiğim romanı okur gibiyim. Bir roman, kendini okumaya başlasaydı herhalde bu kadar sıkıcı bulurdu kendini...

* Küçük parçalardan bütün bir dünya meydana getirilebilir.

* Birlikte oldukları zamanlar içinde gene yalnızlıklarını yaşıyorlardı. Ne var ki, bir arada geçirdikleri günler ve saatler, birlikte yaşanıldığı sanılan küçük heyecanlar yüzünden ertesi günü görme cesaretini veriyordu onlara. Her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları için, aynı nedenle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı. Bu onlar için beki bir yenilikti. Aslında hiçbiri yeni bir olay beklemiyordu; bütün yaşayışlarını, hareketlerini, yeni bir güne başlayışlarını, çevrelerinde olup bitenleri izleyişlerini, bu değişmezliğe göre ayarlıyorlardı. Hiçbir konunun üstüne gitmiyorlar, hiçbir sözün sonunu izlemiyorlardı.

* Durgun yaşantısını düzenli ve aklı başında bir hayat olarak yorumluyordu. Aslında meseleler basitti. Onları karıştıran insan ihtirasıydı. İhtiras kelimesini düşündü Sevgi, bir süre. Hayır, düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim bey gibi bir insanın bile, onu yüzüstü bırakan bir kadın için, gece yarılarına kadar ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları, kanepeleri, dolapları, masaları eve taşımasıydı; her gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı; sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi'den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Beyin yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi, birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. 'Olağanüstü' gibi bir kelimenin hırpalanmayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa ihtiras, insanın başkalarında, koltuğunda otururken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı.

* Pek gülünemiyordu artık. Ölüm gibi, tatsız ve bir türlü söylenemeyen bir kelime havada dolaşıyor ve onların diledikleri gibi yaşamalarını engelliyordu. Günlük konuşmalarda rahatça söylenilen ve anlamı bilinmeyen bu kelimenin kullanılmaması bile durumu değiştiriyordu. Tam bu acı kelime dillerinin ucuna geldiği sırada kendilerini tutmaları, kelimeyi söylemekten de kötü bir etki yapıyordu. Konuşmaktan korkuluyordu; sanki, en basit söz bile sonunda, söylenmesi yasak o kelimeye gelip dayanacaktı.

* Hastalık, sözü edilmesi yasak bir günah olmuştu. Bazı şeyleri bizden iyi bilen, bizden yüksek kuvvetler vardı. Istırap, hastalık, ölüm gibi, insan kaderine hükmeden büyük kavramları, günlük yaşantı içinde olur olmaz kullanmanın cezası çekiliyordu: İşte ölüm, işte hastalık, işte ıstırap deniliyordu insana.

* Bu dünyada anne-baba-çocuklar üçlüsünün dışında kalan her topluluk, insan ilgisinin (sebebi ne olursa olsun ) dışında mı kalmalıydı ? Evet, kalmalıydı.

* Sonunda insanları, karıncalar gibi kalabalık ve nereye koşuştuğunu bilmeden çarpışıp duran önemsiz varlıklara benzetti.

* Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gerekiyordu. Anne, baba, hatta kardeşler ve hatta minimum sayıda akrabalar (teyze, dayı, hala, amca, yeğenler v.b.)

* Bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu. Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti.

* Her hadisemde olduğu gibi bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim.

* Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı.

* Kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.

* Biletleri, daha satışa çıkmadan kapışıyorlar. Kendileriyle birlikte karılarına, çocuklarına, bütün sülalelerine mezar satın alıyorlar. Bu ne biçim anlayıştır? Sen her zaman kuyruğun arkasında kalıyorsun: Bir sinemaya gidemiyorsun, bir fincan kahve içemiyorsun, doğru dürüst ölemiyorsun. Hep tetikte olacaksın, hep ilerisini düşüneceksin: Sabah olmadan öleceksin ki cenazen öğle namazına yetişsin.

* "Çevirdigim kitapları da süslüyorum."

Kitap da mı çeviriyordu? Evet, bu dünyanın güçlüklerine göğüs gerebilmeleri için insanlara destek olan küçük kitaplar.

* Konulara yakışan ağır kelimeleri bulup söylemenin güçlüğü içindeydi. Bu marifetli kadının yanında kendini küçük bir böcek gibi görüyordu.

* Yalnızlıktan ve ümitsizlikten kurtulmak için çalışmak, insanlık sevgisini eserlere dökmek gerektiğini anlatıyordu. Kaybedilenlerin acısı ancak böyle hafifliyordu; kocası yukarda, kendisi burada mutlu bir düzeni sürdürmek, bilimin ve sanatın yüksek heyecanlarını duymakla görevliydi.

* Bu ortamı sevmedi; dışarıya karşı sarsılmaz bir birlik gibi görünen bu topluluğun, kendi içinde yakışık almaz çekişmelere düştüğünü söyledi.

* Her çeşit kalabalıktan başı ağrıyordu; insan kalabalığı kadar eşya kalabalığı da onu yoruyordu.

* Sevgi: Babası, masum da olsa, düzensiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, nerdeyse bu dünyanın altında eziliyordu.

* İnsanlığın bu iki sevgiliye anlayışla davranması gerekiyordu: Herkesin, hediyesini onların önüne bıraktıktan sonra iki adım geri çekilmesi ve saygılı bir selam vererek kaybolup gitmesi şarttı. Onları görmeye gelen bir insan, fazla heyecanlanmadan, vazgeçilmez bir yakınlık duymadan çekilip gitmeliydi. (Hiçbir su sonuna kadar içilmeyecek, hiçbir sofrada yemeğin sonuna kadar oturulmayacaktı.) Herkesin, kendi evinde, kendi dünyası kurulmalıydı. Ancak kendi dünyasını kuramayanlar, başkalarının evlerine koşarlardı.

* Her geçen gün yeni suçlar öğreniyor insan. Okudukça, düşündükçe, yeni insanlar tanıdıkça sadece günahlarının arttığını hissediyor.

* Hayat, talimlere benzemiyor albayım. Gerçek mermiler, insanı yaralıyor.

* Birtakım karışık hayaller içinde, gerçekle rüyanın ve arzu edilenin birbirine karıştığı bu ortamda dış dünyaya ait yeni bir olayın meydana geleceğine inanmak, romanlara inanmak gibi geliyordu

* Sizler de neden herkes gibi, bu ülkede yarım yamalak bir şeyler yapmaya çalışan insanlar gibisiniz? İşi neden sıkı tutmuyorsunuz?

* "Garbın ilk nazarda inkârı gayrı kabil fikriyatına karşı" dedi, "Bizim hakiki kıymetlerimiz" dedi.

* Beni hemen anlamlısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh'un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız...

* Biz henüz ümidimizi kesmedik, çok uzun konuşmalıyım biliyorsun, ben susunca gidersin biliyorum, ben konuşurken kaçanlar da oldu, bana roman yaz diyenler de oldu, hayatım roman olduğu için yazmıyorum, onu ben yaşarken okuyun, ben oyun yazıyorum, bir gün sonraya çıkabilmek için ve güneşin bir gün daha doğmak üzere olduğunu görebilmek için her gün yeni oyunlar icat etmek zorundayım.

* Beni şimdiye kadar otuzyedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım.

* Sevgili Bilge,

Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.

İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım.

Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.

Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu

kararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları

tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkûm edildim.

* Sonra boşanıp mutsuz olur yine birine yaranmaya çalışır

Gündüz, çevremizde dolaşan bir sıcaklık ve gece yatağımızda bir rahatlık ya da gündüz, çevremizde bir rahatlık ve gece yatağımızda dolaşan bir sıcaklık uğruna bütün hayallerimizden vazgeçmemiz gerekiyordu.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder